Mikro Öyküler




Not:
Sayfamda, Mikro Öykü, Kısa öykü ve uyarlamalar yer alıyor.
Saygılarımla
S.Soner Selçuklu

YENİ: 

105.  “PAYLAŞILAN BATTANİYE”

Elinde kamerasıyla sokak sokak geziyor, haber avcılığı yapıyordu. Bakalım bu seferki kovalamaca sonrası patronundan aferin alabilecek miydi? 
Kar tipi şeklinde yağıyor, bir tokat gibi yüzüne çarpıyordu. Onu sımsıcak tutan paltosu, eldiveni, yün beresi, içi yünlü çizmesi ve yüzünün neredeyse yarısını kaplayan atkısıyla kamerasını ateşlemeye hazır koşturuyordu şehrin sokaklarında. Günün karesi neredeydi?
Çöp karıştıran insanları gördü ama gazete politikası gereği onları çekmedi. Onun yerine köpekleri, simit satanları, martıları, otobüs duraklarında titreyerek bekleyen insanları çekti. Ama bir türlü istediği kareyi yakalayamadı. Kısa bir mola verdi. Filtre kahvesini aldı, ardı ardına yudumladı. Derin bir oh! çekti. Zaman mola vermemişti. Hızlı adımlarla avını aramaya devam etti…
Bir de metroya bakayım diye düşündü. Metro girişinde onu ve battaniyesi arasına sığınmış  kediyi gördü. Nihayet aradığı avı bulmuştu. Yere çömeldi, yavaşça pusuya yattı. Kamerasını hedefe yöneltti. Deklanşörün sesi makineli tüfek gibiydi. 
Merdivenlerin dibinde battaniyesine sarılmış evsiz adamın yüzünü zar zor seçiyordu. Uzun sakalı aylardır kesilmediğini gösteriyordu. Parmakları da yırtık eldivenleri arasından dışarı çıkmıştı. İzlemeye devam etti.  Kedi, evsizin okşamasına  sürtünerek karşılık veriyordu. 
Kareye adam ve kediyi sığdıracak açıya geçti. Bingo! Yakaladım diye bağırmamak için kendini zor tuttu. ”İşte hayvan sevgisi” diye söylendi. Haberi tam on ikiden vurmuştu… Koşar adım oradan uzaklaştı. Başlık hazırdı: “Paylaşılan Battaniye”. 
Kedi sığınacak sıcak bir yer bulduğu için şanslıydı. Evsiz ise bir insanlık dramını sergilerken, vicdanları yakan mesajını veriyor, battaniyesinin altında ısınmaya çalışıyordu. Gazeteci de heyecan içinde koşar adım ofisin yolunu tutmuş, arkadaşlarının sıcak alkışlarını hayal ediyordu.

 

  1. Güçlendi öyle güçlendi ki tanrısal bir kişi olduğuna inanmaya başladı.
    İşte o an zamanın çarkları geriye dönüverdi.
  2. Betonlar arasında saatlerdir bir ağaç altı arıyordu. Kavurucu sıcakla dili damağına yapışmış, çaresizlik içindeydi.
    O anda bir gölge belirdi ve şişedeki suyu ona uzattı. Kuyruğunu sallamasını görmeliydiniz.

  3. İnsanlıktan çıkmak için fırsat kolluyordu.
    Bacaklarına sürtünen yavru köpeği gördü.
    Çantasından bıçak setini özenle çıkardı.
    Yavrunun patilerini kesti. Başarmıştı!
    Artık insan değildi.
    Kurban acıyarak ona baktı ve gözlerini kapadı.
  4. Çimlere uzanmış kırlangıcın saçak altına yuva yapışını izliyordu.
    O minik gagasıyla aldığı toprağı havuz suyunda ıslatıp yuvanın duvarında kullanıyordu.
    Kaç uçuş yapacağını merak ederek saymaya başladı. Biiir....ooon....kııırk...yüüüüz...iki yüüüüz..
    "Bir mola ver be can" diye haykırdı!
    Kuş umursamadı! Üüüçyüüze geldiğinde ağırlaşan gözleri yorgunluktan kapanıverdi...

  5. “Asla vazgeçme” söylemiyle bir türlü ulaşamadığı hedefinin peşinde koşmaktan yorgun düşmüştü.
    Nerede hata yaptığını anlayamıyordu.
    Bir gün parkta Hakkı amcayla tanıştı.
    Ah evlat! biliyor musun? 
    “Yeri geldiğinde hedeften vazgeçmenin de bir seçenek olduğunu yıllar sonra anladım”.
     

  6. Gurbetçi ailesinin dilinden düşürmediği İzmir’i,  Kordon’da güneşin batışını izlemeyi iple çekmişti. Kenardaki bir masada yer buldu ve kamerasını çalıştırdı. Yan masalardakiler denize sırtlarını dönmüş sohbet ediyorlardı.
    Dayanamadı, “Neden bu güzelliği izlemiyorsunuz?” diye sordu bozuk Türkçesiyle.
    “Ne acelemiz var, biz buralıyız; körfez de günbatımı da kaçmıyor ya!”. 


  7. Hayatı boyunca o kadar çok aldatılmış, kullanılmış ve kazık yemişti ki bir gün bütün bunların son bulduğuna şaşırdı.
    Kendisinin de bir kazığa dönüştüğünü henüz anlamamıştı. 



  8. Kreşin tek saldırganıydı. Hırpalamadığı çocuk kalmamıştı. Öğretmenleri de ailesi de çaresizdi.
    Veliler “ya o ya da çocuklarımız!” diyordu.
    Bir gün kreşin adı gibi en sakini olan Duru, yüzünü tırmaladığında ona öyle bir tokat attı ki, donup kalıverdi.
    O gün uzun barış dönemi başladı…


  9. Orman sakinleri kavurucu sıcakta bir dikkatsizin her şeye son verebileceğinden korkuyordu!
    Ve olan oldu!
    Kaçak mangal ateşinin kıvılcımı gözüne kestirdiği kuru ağacı tutuşturuverdi…
    Ağaçkakanın yuvasıydı. Yavruları için çırpındı.
    Terk etmedi.
    Çığlıklar alevlere karıştı. 


  10. Bir kitabın sayfaları arasından dünyaya gözünü açtığına inanıyordu.
    Evin tüm odaları kitaplarla doluydu.
    Kimseyle paylaşamıyordu. Eşi terk etmişti.
    Rüyasında içi kitapla dolu bir serum şişesine bağlı olduğunu görüyordu. Kitap soluyordu adeta.
    Bu sevgiyi kimseye anlatamıyordu
    .

  11. Mahalleli ile  dolu salona geldi.
    Topluluk önünde ilk kez konuşacaktı.
    Dakikalar ilerledikçe açıldı. Herkes pür dikkatti!
    Bir kişi ise sürekli karşı duvara bakıyordu. Ona yaklaştı, göz göze geldi. "Konu ilginizi çekmedi mi?"
     Yanındaki yerinden kalkıp fısıldadı: 
    “O kör” ….


  12. Kimseyle tanışmamıştı. 10. kattaydı.
    Merdiveni kullanıyordu “Ruhsuz” adını takmışlardı.
    Geçen gün elinde derin bir kesik, kan içinde komşusunun zilini çaldı.
    İlk kez göz göze geldi. Mırıldanarak yardım istedi.
    Eli sarılırken sessizdi.
    Ayrılırken başı önde bir şeyler mırıldanıyordu.
  13. Yaptığı pastalarla arkadaşlarına parmaklarını yediriyordu. Onlar da butik pastane girişimi için ısrar ediyordu. Sonunda az bir sermayeyle açılış yaptı.
    Hayal kırıklığı içindeydi.
    İşletmeciliğin pasta yapmaktan ayrı bir beceri olduğunu bir yıl sonra kapıya kilit vururken anlamıştı.
  14. Park kalabalıktı. Şişman kadın keyifle tüttürüyordu. Bastonlu yaşlı adam yavaşça, yengeçvari yürüyordu. “Bravo amca” sesleri geldi.
    Kadın “tüh” diye söylendi. Sigarası düşmüştü. Eğilemedi. Bastonlu iki büklüm oldu. Sigarayı aldı. 
    “Çok naziksiniz”. Onu reveransla selamladı. 
    Alkışlar...

                  
  15. Hastanenin acil girişine ayağını sürüyerek yaklaştı. Hastanenin acil girişine ayağını sürüyerek yaklaştı. Güvenlik görevlisi gürledi! Durdu. Geriye döndü.Başını çevirerek öyle bir baktı ki demiri bile eritirdi…Görevli şefkatle eğildi. Doktoru çağırdı. Ezilen ayağını sardılar. Sokakların sahipsizi ellerini yalayarak teşekkür etti.

  16. Gece bekçisiyim demişti. Her zamanki gibi evdekiler uykudayken dışarı çıktı. Gözlediği yaşlı kadın kızına gitmişti. İçeri girdi. Parayı aldı. Sabah elinde paketlerle zili çaldı. Çocuklar sevinç çığlıklarıyla karşıladı. Eşi sarıldı. Askıda bıraktığı babacan yüzünü takıp içeri girdi.
  17. Çocukluğu Anadolu’da geçti. Yemyeşil doğa giysi, elma ve kiraz ağaçları takı, ıhlamur kokusu parfümüydü yaşadığı ilçenin. Kol kola girmiş ağaçlar evleri gizlerdi. Yıllar sonra bunaldığı kentten özlemle geçmişine yolculuk yaptı.Neredeydi çocukluğu? Betonlar arasında onu aradı.

  18. İşten geç çıktı. Hava puslu, soğuktu. 
    Kahve evine girdi, yorgunluk attı. 
    Derin nefes aldı.
    Topuklu ayakkabısıyla karanlığa yürüdü. 
    Başka ayak sesi duydu.
    Geride gölgeyi gördü.         
    Hızlandı. O da! 
    Ses yakındı. 
    Çantayı öfkeyle kaldırarak döndü. Gölge şaşırdı! 
    -cü cü cüzdan dü düşmüş.

  19. Aylardır iş arıyordu. Sekreterlik için çağrıldı.
    Heyecanla gitti. Salon kalabalıktı.
    “Krizin etkisi” diye düşündü.
    Sırası geldi.
    İçeride ilk sözü:
    “İşe alınmasam da başvuru bile moral vericiydi” oldu.
    Ertesi hafta işe alınmadığını öğrendi.
    Aramaya devam….
  20. Köyün maskotuydu Pargalı. Acılar içinde çırpınıyordu.
    Sekiz kişi iplerle durduramıyordu onu.
    Veteriner geldi, ipi kendi yöntemiyle boyun ve ayağından geçirdi. Başını okşadı.
    İpi çekince uzanıverdi.
    Ameliyatla karnındaki şişliği aldı.
    On gün sonra kontrole geldi.
    Sekiz kişi zapt edemiyordu.
    Onu avlunun girişinde görür görmez yatıverdi.
    Deveye kim kindar demiş ki?
  21. İki yaşındaydı. Annesini, babasını, yakınlarını taklit ediyordu.
    Kitap okur gibi yapması, kameraya poz verişi, cep telefonunu kullanışı, masada oturuşu, gülüşü, evdekilere yardım etme çabası şaşırtıcıydı.
    Büyümek için acelesi var gibiydi.
    İçine genç kız kaçmıştı sanki zamanenin.
  22. Mülakat tekniklerini öğrenmek için çok kitap okumuştu. 
    Artık hazırdı. 
    Ancak iş başvurusu yaptığı şirket yetkilisinde de aynı kitaplar vardı.
    Beden dili, konuşma, soru-cevap adına her ikisi de görüşme sırasında kendisi olamadı. 
    Ayna karşısında gibiydiler. 
    Berabere bitti.
  23. Anadolu’nun ücra köşesinde derme çatma bir otobos durağı.
    Kalabalık ortalık. Yaban ele yolculuyorlar genci otobosla. İş içinmiş…
    Kadınlar ağlamaklı. Erkekler umutlu.
    Genç kız yalnızlığıyla kalmış kenarda.
    Uğultuyla kapkara duman saldı makina.
    Cama yapışan elin yüzünü görmeye çalıştı insanlar.
  24. Kar örtmüştü her yeri erken saatte.
    Yürürken sokağın başına, gırç gırç sesi ürpertti...
    Uçak kalkar umarım.
    Taksici 78’likti. Ağır çekimdi aracı kullanışı.
    Emekliliğini sordum.
    Biri kronik böbrek hastası, diğeri de beyninde tümör olan  iki oğlu varmış.
    Ne varsa harcamışlar tedavi için.
    Ur inatla büyümüş!
    “Günleri sayılı!” dedi ağlamaklı...
    “Çalışmaya mecburum. Emeklilik yok!”

  25. Birlikte yaslandılar 90’a.
    Erkek daha yaşlı görünüyordu.
    Kadın, enerjisiyle neşe saçıyordu. 90’ım demezdi kendine.
    Erkek, “ikinci eşim” diyerek gönlünü okşardı sevgilisinin.
    Bir gün son yolculuğuna çıktı uykusunda.
    Sevgili ardından 90 olup yaşlanıverdi…
    Giden hayat enerjisiydi sanki.
  26. Güneydoğu Anadolu’nun sıcakkanlı insanlarıyla halka olmuşuz ufacık tabureler üzerinde. Sohbetin koyusu kahvenin nefis kokusu sarmış.Anlatıyorlar güzelim yöre ağzıyla. Söz çocuklara gelince havaları değişiyor.
    “7 uşah var”, diğeri “5”, yanındaki “8” diye devam ediyor gururla…En uçtaki başı önde, kısık sesiyle:“Bende bi uşah var gurban!”


  27. Beyaz yalanları öğrendi çocukken. 
    Çevresi inandıkça devam etti. Yalanın ustalarını okudu.
    Beyazları gri sonra da siyah oldu. 
    Siyaset dünyasından da destekçiler buldu.
    İşini hızla büyüttü.
    Güç avucundaydı. Gün geldi elinde yalan kalmadı. 
    Yalanın da yalanını üretemedi dubaracı.
    Çareyi tüymekte buldu yurt dışına.
    Arkasında binlerce dolandırılmış bırakarak…
  28. İşe başladığı gün açık kapı politikasını anlattı. 
    Bir hafta sonra depo sorumlusu kapıyı açık bulup makam odasına giriverdi. 
    “Çevreyi koruma, adalet, insana saygı yokmuş” şirkette…
    Falanlara filanlara çok kızdı, kovdu onu. 
    Herkesi toplayın diye emretti asistanına. 
    Patlamaya hazır bombaydı! 
    ……………………….
    Hışımla salona daldı. 
    Önündekini suçladı çevreyi kirletmekle.
    Yandakine döndü: “Servet düşmanı!” 
    Sol taraftakine:“Adaletimden bihabersiniz!” derken sesi daha çok çıkıyordu.
    Arkadakini de unutmadı: “Tembelsiniz!” diye avazı çıktığı kadar bağırdı. 
    Çalışanlar daha gelmemişlerdi. 
    ………………………….
    Şirketin aynalı salonunda olduğunu söyleyemediler ona…



  29. Kendini hiç bu kadar zavallı ve boşlukta hissetmemişti. 
    Dünyası kararmıştı!
    Şimdi ne olacaktı? 
    Nasıl vakit geçireceğini bilemedi. İşlerini askıya aldı.
    TV kanallarında gezindi…Bilgisayarını açtı biraz oyalandı. 
    Dışarı çıktı kalabalığa karıştı. Nafile…
    Ruhuna sıkıntılar gelmişti. 
    Panik atak mı oluyordu yoksa?
    Birden gözleri parladı!
    Komşu ofis çalışanı unuttuğu cep telefonunu ona uzatıyordu.
    İçini sımsıcak duygular kapladı.
    Hayata dönmüştü.




  30. “Değişmeyen tek şey değişimdir!”
    Bu söz yankılanıyordu kulaklarında.
    Her şeyin başladığı yerden uzaktaydı. Eski o değildi!
    Ama cevabı da bilemiyordu. Değişim neredeydi?
    Aşkın alt üst ettiği kimyasında mı?
    Kendini tanımladığı psikolojik sözleşmede mi?
    Biriktirdiği dostlarla olan sosyallikte mi?
    A noktasından B hedefine yolculuğun fiziğinde mi?
    Zamana uyum sağlamaya çalışan biyolojisinde mi?
    Hatalarının matematiğinde mi?
    Yoksa…
    Ödenecek bedellerin muhasebesinde miydi?
  31. Hayatı tanımlayacak bir kısa yol arıyordu.
    “Uzun ince” miydi?
    “İnişli çıkışlı” mıydı?
    “Enine boyuna mı yürünüyordu?’’
    Yoksa ‘‘derinliğine yaşamak” mıydı?
    ‘‘Bulunacak, açılacak ya da önünden çekilecek bir şey’’ miydi?
    “Geldiğin yer miydi gidilecek olanı belirleyen?’’
    “Kiminle gideceğin bir yolculuk mu?’’
    Durdu bir an…
    “Kaptanı olarak rotasını çizdiği bir gemi olmasın sakın!’’


  32. Kariyer basamaklarını hızla tırmandı.
    “Çok şanslısın!” dediler.
    Pozisyonlarda boşluk olduğu için erken terfi ettiği doğruydu.
    Çabasının hiçbir anlamı yok muydu?
    “Şansını” anlamak için şirketi mi değiştirmeliydi?
    ……………..
    Gezi otobüsünden indikten sonra devrildiğini öğrendi hafta sonu…Yaralılar vardı.
    Erkenden inmeseydi ne olurdu?
    “Doğru yer, doğru zaman; yanlış yer, doğru zaman; doğru yer, yanlış zaman; yanlış yer, yanlış zaman” diyorlar…Hangisiydi?
    Nasıl bilebilirdi?
    Kafası çok karıştı…


  33. Elli yıllık arkadaşlıktı onlarınki. 60’ı çoktan geçmişlerdi.
    Ülke sorunlarından başka bir şey yoktu gündemlerinde.
    Bir de sağlık.
    “Yaşlanıyoruz” dedi birisi.
    Gülüştüler…Diğeri karşı çıktı:
    “Büyüdük arkadaş!”
     “Daha fazla acıtıyor her şey!”
    “Farkındalık acıtıyor…”

  34. Çok yetenekli bir o kadar da acımasızdı. Birlikte çalışanlardan işini bırakanlar çoktu.
    Aile içinde çok nazik ve sevecenmiş. İnanmak çok zor. 
    İkinci bir kişiden mi söz ediliyor acaba?
    ………………….
    Yöneticisi olarak konuşmakta geç kalmıştı. 
    Nasıl konuşmalıydı?
    ………………….
    Görmüş geçirmiş Sezai amcaya danıştı sonunda. 
    O da dikkatlice dinledi. Omuzuna dokunarak:
    “Onu saldırgan değil de insan yapan yönüne odaklanmaya ne dersin?”



  35. Trende karşı koltuktaydı. Sohbet işten açıldı. Başvuru yapmış…
    İnsana investmınt yapan bir şirketmiş!
    Büro sekreterliği için purodaktif, puraktif, pasinot, pırezantabıl bir profil istiyorlarmış…   
    Sitres ve taym menecmıntı mükemmel, dırayvır lisansı olan, militari problemi bulunmayan erkekleri alacaklarmış…
    “Bunlar bende yoktu!” diye yakındı garibim!



  36. “Gezegen değil” dedi Gökbilimciler bir sabah.“O bir kaya parçası”.Zihinler karıştı… Etgar Keret acıyı yazmış Plüton için Domuzu Kırmak’ta …Kuyruklu yıldız da kaya ve toz bulutuymuş meğer!Uzay sondası inince öğrendik.
    Yıkıldı evrensel romantizm.
    Sonra cüce gezegen dediler Plüton’a.Teselli oldu mu bilemem?
    Denklemden çıkarılmaya gör!
  37. Düşüyorlardı yere cansız...
    Karşı taraf iyi savunuyordu bölgesini.
    Kayıplarına rağmen durdurmadılar saldırıyı!
    Kamikaze gibiydiler.
    Pilotların “Hissatsu!-Ölümüne!” dediğini duyar gibiydim.
    Mangal başı tahta raketi savuruyordu sağa sola.
    Pinpon topuna vuruyordu sanki köftehor!
    Kovmakla meşguldü yaban arılarını…
    Düşürüyordu onlarcasını anında.
    Bu kargaşada etler tükendi neşe içinde.
    Yabanların kaçı bakabilmişti cızırdayan etlerin tadına?
    Ve destek ekipleri geldi dalga dalga, vızıldayarak…
    Törenle taşıdılar saçılmış ölenleri çok uzaklara…
    İbretle izledim!
    Son arı yerden kaldırılana dek…
    Suçluluk duygusu sardı benliğimi...



  38. Kurbağa topluluğunun temsilcileri suçluyormuş birbirlerini, “bilmediğini bilmiyorsun!” diye.
    Ülke yoksullaşmış bu arada…
    “Yeter! Suçlamaları bırakalım!” diye haykırmış genç bir kurbağa.
    “Hepimiz ‘vırak vırak’ diyoruz ama eyleme geçmiyoruz!”
    “Nasıl?” diye vıraklamışlar koro halinde…
    “Her kurbağa ne bildiğini, neleri bilmediğini ve ne yaptığını önce kendine sorsun. Sonra diğerinin ‘bilmediğini bilmiyor olması’ üzerine konuşsun!”
    “Sorunlar dağ gibi!”
    “Vrük, vruk, vrök, vrok” diye homurdanmış bazıları…
    “Çözüme dönük farklı sesler çıkaralım ve ortak aklı kullanalım!” diye devam etmiş genç kurbağa.
    Başka bir kurbağa kürsüye çıkmış:
    “varık varık” demiş…
    En arkadan “vırraaak vırraaak” sesleri gelmiş.
    Ötekiler alkışlamışlar…


  39. Pırıl pırıl modern bir tuvalet…Rahatlığınız için her şey düşünülmüş…Üstelik ücretsiz.
    İngilizler “Restroom” diye boşuna dememişler.
    Kapıdan girdiğinizde “Hoş geldiniz” diyen sevimli bir yüz çıkıveriyor karşınıza…
    Şaşkınlıktan kimsenin bir şey demediğini fark ettim.
    Alışkanlıktan olsa gerek “Hoş bulduk!” dedim.
    Bir yandan da temizliğe devam ediyordu. Kolonya ikram etti çıkarken…
    Arkamdan “Yine bekleriz!” sözünü duydum. İster istemez döndüm ve el salladım.
    Vay beee!
    “İşe adanmışlık böyle bir şey?”
     

  40.  .  .     Alışveriş listesini uzatarak:
    “Evladım şuracıkta otursam da sen bu yaşlı teyzene yardımcı olur musun?”
    Süpermarket görevlisi kağıdı aldı bir çırpıda, raflar arasında kayboldu.
    Ona doğru eğilerek:
    “Yaşlandım mı dediniz? “
    “Evet oğlum…Nüfus kâğıdı yalan söylemiyor!”
    “Sizi anlıyorum… 30’lı yaşlarda olup da kendini 70’inde diye tarif eden birini duydum; 80’inde olup da dans kursuna gideni de…”
    Oturduğu yerden hafifçe doğrulup:
    “Nasıl yani?”
    “Bana sanki karar verdiğiniz gün büyümeyi bırakıp yaşlandınız gibi geldi!”



  41. “Üç porsiyon hazırlar mısın?” 
    “Elbette efendim!”
    ‘‘Bu işi denizi olmayan Mardin’lilerin yapması ilginç!’’
    “En iyilerini biz yaparız!”
    Midye tezgahını kuruverdi. Eldiveni taktı, plastik tabaklara midye dolmalarını yanında limonla ve plastik çatalla dağıttı ustaca… 
    Kabukları da çöp torbasına dolduruyordu. 
    “Yahu sen bu işte aşmışsın kendini…”
    "Beyefendi biz kurumsallaştık!”
     “Köye hızlı internet gelince bizi görün! Sanal dünyada satışa geçeceğiz.”

    ………!!

  42. Tezgâha yanaştı. 
    Kuru çiçek ve yosunla bezenmiş alçıdan minik kulübelerin yerleştirildiği cam fanusları dikkatle elden geçirdi.
    Tezgahtar kız gülümsedi. 
    Müşteri fiyatını sordu. 
    “45 TL beyefendi.”
    Eliyle tarttı.
     “Çok hafif”, “O kadar etmez!” diyerek çekip gitti. 
    Genç kız hüzünlendi.  Yaklaştım:
    “Üzülme! El emeğinden anlamayanlar olabiliyor.”
    “Sana tavsiyem küçük bir mermer parçasını yosunların altına koy ağırlık olsun!”
    “Ama aldatmış olmaz mıyım?”
    “Hayır! Aynı ürün, aynı fiyat! Emeği gramla değerlendirenlere de satış yaparsın.” 
    Gözleri parladı…

  43. Malzemeyi teslimde bir gün geciken TIR şoförü pazar günü fabrikanın kapısına dayanır. Güvenlikten kapıyı açmasını söyler.
    “Pazar günü içeri almam konusunda bir talimat verilmedi.”
    “Kardeşim sizin malınız, işte evrakı, arıza oldu dün teslim edemedim.” “İndirmem gerek eziyet etmeyin!”
    “Sen bize eziyet etmiyor musun?”
    “Oldu bir kere…”
    “Alamam valla…”
    “Yetkili birini arayıp soramaz mısın?”
    “Pazar günü rahatsız ettim diye fırçalarlar…”
    Bir mucize olur ve Genel Müdür Yardımcısı telefonla fabrikayı arar. Unuttuğu dosyayı sorar.  Görevli bu arada TIR konusunu bildirir.
    “Gözün aydın! İçeri alacağım.”
    “Sağ ol kardeş…”
    Malzemeyi ilgili alana indirirler.
    TIR çıkışa doğru hareket eder.
    “Kardeş aç da bir an önce yollara düşelim.”
    “Bana içeri al dediler; dışarı çıkart demediler...”
    …….!!

  44. Tavana kadar uzanan dev akvaryumdaki  iri balıklar ürkütücüydü. 
    Zevk meselesi…
    Genel müdür görevliyi çağırdı ve eksilen balıklarını sordu. 
    “Valla anlamadım müdürüm!  Hiç iz yok kaybolanlardan”
    Genel müdür misafirine dönerek:
    “Arkadaşım burada kötü bir Feng Shui var, akvaryumun yerini değiştir demişti”.
    “Ölüm bölgesiymiş falan filan işte! Ciddiye almamıştım!  
    Şimdi de acaba diyorum”. 
    …???
    Görevliye, “Öğrenene kadar her gece burada kal ve gözünü ayırma”
    ……………
    Ertesi gün görevli odanın kapısında bekliyordu. 
    “Aman müdürüm gece yarısı bir karaltı çıktı akvaryumun tavan kapağı arasından”
    “Neymiş, çabuk söyle!”
    “Kocaman bir fare. Başını uzatınca ona yaklaşan balıklardan birini avlayıverdi!” 
    “Neyse  doğaüstü bir durum yokmuş…”
    ……………


  45. Saat 08.45…
    Sosyal medya sunumunu yapacağı salona girdi.
    U şeklindeki oturma düzeni neredeyse dolmuştu. 
  46. Güçlü bir sesle “günaydın!” diyerek masasına geçti. 
    Birkaçından cılız cevaplar geldi. Her şey hazırdı…
    Açılışın ardından ekrana bir fotoğraf yansıttı. 
    “Bir dakika inceleyin lütfen!”
    Sol taraftaki katılımcı ekrana bakmıyordu. Ona yaklaştı. 
    Kişi gözlerini karşı duvara sabitlemişti. Nazikçe,
    “Neden ekrana bakmıyorsunuz?”
    Yan masadan biri konuşmacıya uzandı. Yavaşça,
    “O görmüyor ki…”
    Konuşmacının masası çook uzaklarda yol ise çoook uzundu.

  47. Otelin banyosunda küvetin  hemen üstündeki fayansta:
  48. “Duşu kullandığınız zaman lütfen perdeyi içeriye alınız!” yazıyor.
    Odayı kullanan iki arkadaş duş almadan önce perdeyi söküp içeri götürürler. Duş sırasında küvetin dışına sızan sular alt kata akar. Alt kattakiler güvenlik görevlileriyle birlikte kapıyı çalar. 
    “Suyu açık bırakmışsınız. Ayıp oluyor ama”
    İki arkadaş gelenleri banyoya davet eder. 
    “Bakın burada ne yazıyor?”
    “Duşu kullandığınız zaman lütfen perdeyi içeriye alınız!” “Biz perdeyi söktük ve tekrar diktik…”
    “ Asıl sizin yaptığınız ayıp!”

  49. Yakasından hırsla çekerek okkalı bir tokat patlattı! Yetmedi, yumruğunu suratına geçirdi!
    Adam iki büklüm yığıldı.Burnundan kan geliyordu. Yalvaran gözlerle ona baktı.
    ………….!!
    Bunlar olmadı elbette…
    Zihnindeki filmi geriye sardı.
    Yöneticisine:“Bana karşı adil olmayan tavrınızı kınıyorum!”.
    “Başka birinden aynı karşılığı görmeyebilirsiniz. İstifa ediyorum…” diyerek kapıdan çıktı.
    Yönetici donuk bakışlarla arkasından izlerken başına saplanan ağrıyı anlamaya çalışıyordu…


  50. Yan masadaki adam kendinden emin, yüksek sesle:
    “Bırak doktoru moktoru!”
    “Hıııı….! ” diyebildi kadın....
    Yaz şunları!
     “Isırgan otu,  kuşkonmaz, kedi otu, ergeç sakalı, sinir otu, havaciva otu, çıban otu, ayı sarımsağı”
    “Akşam bunların çaylarını karıştırarak iç!"
    "Şu kağıttakileri yatmadan önce oku! Sonra çiğne ve yut! Hiçbir şeyin kalmaz!”.
    “Yarın seni bizim mahalledeki sakallıya götüreyim onun da şifalı elleri dokunsun!”.


  51. Yaş kemale ermişti. Yıllar önce serbest bıraktığı içindeki çocuk ise dışarıdaydı.Bir türlü de içeri girmiyordu.
    O çocuk yaşadığı bedenin artık onu taşıyamadığını bilmiyordu.
    Bilmek de istemiyordu.
    Oysa yeni bir yaşam tarzıyla mutlu olabilirdi o çocuk.
    Şimdi yatağın kenarındaki pencereye konan kuşları ve gökyüzünü seyrediyor o çocuk!

  52. Yönetim kurulu başkanı yumruğunu masaya vurarak: 
    “Zeki, deneyimli, enerjik insanları işe almalıyız!”. “Toplantı bitmiştir!”
    Bütün dönemlerin en kısa yöneticiler toplantısıydı…
    Kollar sıvandı insan kaynaklarında yeniden yapılanma süreci başladı.
    ………………
    Altı ay içinde yıldızlardan oluşan bir ekip işbaşına getirilmişti.
    ………………
    Ancak yolunda gitmeyen bir şeyler vardı!
    “Pazardaki konumumuz neden geriliyor anlamıyorum!” derken gözünden ateşler, kulağından dumanlar çıkıyordu başkanın…
    …!!
    Şirket kültüründeki tutarsızlığın yarattığı kolektif aptallığın yıldızlar topluluğunu yediğini bilmiyordu…Ortada kocaman bir sıfır vardı!
  53. Stresli ve anlamsız hissediyordu kendini…
    Bir arkadaşı “alışverişe çık, eski eşyaları at yeni şeyler al!” 
    “Alışkanlıklarını değiştir!” dedi…
    Bütün eşyaları bodruma attı. 
    Bomboştu odası! Rahatlamıştı…Yenilerini alacaktı.
    ………...
    İşten geldi. Bakındı. 
    Gözü oturduğu o güzelim koltuğu aradı. Ayağını uzattığı pufu neredeydi? Kahve içtiği kupa yoktu…
    Bodrumdaydı onlar…
    Bir koşu gitti getirdi koltuğu, pufu ve kupayı da…
    Birden gözlerini açtı…Her şey eski yerindeydi…
    Masasına, sandalyesine, kanepesine sarıldı. 
    “Beni ben yapan bu eşyaları bırakamam!”
    “Değiştiremem!”
  54. İş etiği ve ahlakı kurduğu işinin temeli olacaktı.
    İlk yumruğu çok yakından tanıdığı arkadaşından yedi. 

    Piyasada dedikodu ve çirkin rekabet almış başını gidiyordu.
    Rakipleri her yolu deniyordu. Tekliflerini sürekli revize etmek zorundaydı. 
    Öldüm fiyatına iş almaktan başka çare bulamadı.
    Karar verdi.
    Onu yok etmek isteyenlere karşı aynı yöntemleri uygulayacaktı.
    Sistem onu kendisine benzetmişti.
    Raftaki Kafka’nın Dönüşüm kitabıyla yüz yüze geldi. 
    Başını çevirdi.



  55.  İşyerinde çalışanlara saygılı davranmak konusunda
    kendini iyi buluyordu.
    Ancak saygı duyulmak da istiyordu.
    Bu konuda mutsuzdu.
    Çok istediği direktörlüğe kadar gelmişti kariyerinde. Artık güç ve otorite kullanmada zirveye yaklaşmıştı. Saygıyı hak ediyordu!
    Ekibi onu görünce neden esas duruşa geçiyor, ceketlerini ilikliyordu? Neden yanlarından geçerken sus pus oluyorlardı?
    Aradığı saygı bu muydu?
    Bilemedi…


  56. Bebeğin sesi sanki imdat çağrısıydı…
    E bebeğim ee eee eee! 
    E bebişim ee eee eee!
    Ses otomatik tekrar ediyordu.
    Ninninin geldiği yeri aradım.
    Alışveriş merkezinin bir sokağındaki hınca hınç dolu Bistro’da.
    Ayakta sallanan anneyi ve omuzuna dayadığı bebeciği gördüm kalabalığın arasında…
    İrkildim…
    Ağır havada, soğuk lambalar altında ne işi vardı?
    Anneyi seçme hakkı olmalı bebelerin…

  57. Ustanın “empati yapın!” sözünü hatırladı.
    Otobüs şoförünü ve muavini izledi. Uyku tutmadı gece boyunca… Kendini o koltuğa koydu. Sorumluluğu hissetti. Sonra muavin oldu. Yoruldu…
    Ondan hiçbir istekte bulunamadı.
    Sabah ikisine de teşekkür etti bagajını alırken…
    Tur grubuna laf yetiştirmeye çalışan, ter içindeki resepsiyon görevlisini izledi.
    Resepsiyonist oldu. Yoruldu...
    Sabrından dolayı kutladı onu.
    Birden şirketi aklına geldi. Bankacılarla, müşterilerle, çalışanlarla, evdekilerle boğuşuyordu.
    Kendi yerine koydu kendini. Kalp pilinin sesini duydu.Yoruldu…
    Nereye kadar?
    Tek taraflı olmuyor yav!
    Ustanın sözünü sildi belleğinden…
    Bencilliğimin gözünü seveyim!

  58. Madem sordun söyleyeyim…
    Mutfak lezzetleriyle, kebabıyla ve tatlılarıyla ün yap!
    İhracat rekoru kıran bir sanayi kenti ol!
    Anlaşılmaz biçimde şehrin arka planında kara dedikodunun yaratıcı örneklerini ver!
    Hızla kentleş, betonseverlik nasıl olurmuş göster!
    Girişimcileriyle üretimde parmak ısırtacak çeşitlilik sağla!
    Bunu yıllarca sürdür!
    Üstüne üstlük sanayi, ticaret ve hizmet sektörlerinde ülkeyi saran ekonomik krizde ayakta dur!
    Bütün bunları bu şehrin kültürüyle yoğrulmuş ama vasıfsız, eğitimden uzak kalmış bir işgücü piyasasında yap!
    Binlerce iş başvurusu arasından aradığın adayı neden bulamadığını anladın mı sevgili insan kaynakları danışmanı?

  59. Gözleri ağlamaktan kıpkırmızı olmuş, titrek sesiyle, 
    “Bana birkaç dakikanızı ayırabilir misiniz?”
    Danışmanlık sırasında olağan bir durumdu…
    Muhasebe elemanı olarak çalışıyordu…
    Lojistik yöneticisinin baskılarından yılmıştı…
    “Günü gününe uymuyor, bazen çok nazik bazen çok kaba, herkesin ortasında aşağılıyor, özel işleri için kullanmak istiyor, tehdit ediyor”
    “Dayanamıyorum, bu işe çok ihtiyacım var!” diye sızlandı.
    Zavallıcık bir sosyopatın elinde oyuncak olmuş mobbing kurbanıydı…
    Şirket çifte standart uyguluyor pozisyonu nedeniyle ses çıkarmıyordu bu duruma…

    “Adalet ve eşitlik değerimizdir!” yazısı şirketin web sitesinde neden duruyor ki?


  60. Pazarlık bitmek üzereydi. Başka fırsat bulamayabilirdi.
    Yavaşça çite yaklaştı. Tüm gücüyle sıçrayarak aştı…Arkasına bakmadan var gücüyle koşmaya başladı.
    Kalabalıktan uğultular geliyordu. 
    Ağaçların arasından tepeden aşağı yuvarlanırcasına deniz kenarına indi. Can havliyle suya atladı. Nereye gittiğini bilmeden çabaladı suda…Üçüncü gün hava kararırken bitkin vaziyetteydi. Dayanma gücünün sonuna gelmişti ki güçlü bir motor sesi duydu. 
    Tekneye aldılar onu.
    Yoksa geri mi götürüyorlardı?
    Ertesi gün bir barınakta buldu kendini Boğa Ferdinand. Artık özgürdü ve bir aile kurabilecekti.
    Gazeteler kurban pazarından kaçan diye bahsediyordu.


  61. Dalya demesine az kalmıştı.
    Küçük kardeşi ondan önce uçuverdi.
    Torunlar bi koşu gidip acı haberi verdiler ablaya…
    Anne acı içinde: “Ne yaptınız?”
    Asırlık çınar kızına sonra suskun torunlarına baktı.
    İki damla göz yaşının sesi yankılandı odada…
    Birden, kardeşim gelecek hazırlanayım bari diye bastonuna sarıldı neşeyle.
    Herkes birbirine baktı…
    Unutkanlık işte…
    Her seferinde yeniden tazeliyordu onu.



  62. Takipçisi olan Facebook arkadaşlarıyla övünürdü. 
    Arkadaş toplantısında bir karikatür gösterdi. 
    Bir cenaze töreni çizilmiş, ölenin birkaç yakını hazırdaydı…Aralarından biri:
    “2000 Facebook arkadaşı var. Daha fazla katılım bekliyordum” diyordu.
          “Şok oldum çocuklar…Kendimle yüzleştim!” 
          “Çocukluğumdan üniversite yıllarına kadar  birlikte zaman geçirdiğim çok arkadaşım oldu.” 
          “Onlarla içtiğimiz su ayrı gitmezdi…Ne zaman büyüdük hiç anlamadık!”
          “Ne kadar değişmişin sözünü hiçbir arkadaşıma kullanmadım! Az da olsa bir değişimi fark edecek kadar onlardan uzak kalmamıştım ki!”
           "Sosyal medyada ilişkiler gerçek değil…"
           “Saçlarında beyazlar var, kilo almışsın,  ne işle uğraşıyorsun, evlendin mi? diye soruyor karşılaştığım insanlar.”
          “Eşimi kaybettim! dediğimde donup kalıyorlar…"
    “Arkadaşlarınızla yazışmaktan çok birlikte geçirdiğiniz zamana bir bakın derim!”



  63. Adam:
    "Rüşvet almam!"
    "Dürüstlük değerimdir!" 

    Diğer adam: 
    "500.000 gayme..."  
    Adam şiddetle reddetmiş:
    "Asla böyle bir şey yapmam!" 
    Diğer adam:
    "1 milyon Amarikan yeşili ve yeni makam..."
    .......!

    "İşte buna hayır diyemem!"
    "Eski beni bırakma zamanım gelmiş olabilir..."

    Tokalaşmışlar.



  64. 20 küsur kişinin garsonu olmak da marifet doğrusu.
    Dairesel dizilmiş altı masayı tam merkezden yönetiyordu.
    Yöresel yemeklerle donatmıştı. Bir kuş sütü eksikti.
    Servisi mükemmeldi. Neşe içinde yenildi içildi…
    Kapanış çaylarını da getirdi.
    Görevini tamamlamanın rahatlığıyla esaslı bir “Ohhh” çekti tam ortada…
    Serçe parmağını yarısına kadar kulağına soktu.
    Elektrik çarpmış gibi sallarken eli görülmüyordu.
    Ara sıra çekip ucuna bakıyordu.

    Yüzleri buruşmuş şaşkın gözler de ona.
    Afiyetin büyüsü bozuluverdi.

  65. Metro vagonunun kapısı açıldı.
    İçeriye girdi. Topallıyordu…
    Etrafına bakındı boş yer var mı diye…
    Herkesin başı öndeydi.
    Bastonlu yaşlı kalktı kadına yerini verdi.
    Sonraki durakta koltuk değnekli bir genç girdi. Etrafına bakındı boş yer var mı diye…
    Herkesin başı öndeydi.
    Topal kadın kalktı yerini verdi.
    Bastonlu ve topal kadın birbirlerine bakıp gülümsediler…
    Herkesin başı gömülüydü kendi ekranına…

  66. Koltuğa zor yerleşti. Uçak kalkarken işimi sordu.
    “Yönetim Danışmanlığı önemli bir iş! Hele kriz döneminde…”
    İnşaat şirketinde iki oğluyla birlikteymiş…
    Aklımdan ‘danışmanlık aldınız mı?’ sorusu geçti.
    Çoğu şirketin son zamanlarda yönetim sorunlarından ziyade finansal denge peşinde olduğundan bahsettim.
    “Ne demezsin…İnşaat sektörünü hiç sorma!”
    “Spora, ailene vakit ayırmaya önem ver!”
    Derin bir iç çekti… “Bende yok yok! Diyabet, ülser, romatizma, yüksek tansiyon, karaciğer, böbrek de cabası…Bypass geçirdim.”
    “İş uzun süredir beni yönetiyor!”
    “Dünyalığı doğrulttuk, amma velâkin bedenim isyanda!”
    “Babamın göçmeden önceki-keşke spor yapsaydım, sizlerle daha fazla vakit geçirseydim-son sözleri kulaklarımda.”
    ……….
    “Çocuklarıma aynı şeyleri söylemekten korkuyorum!”
    .............?

  67. Genel Müdür İK uzmanından İlkokul mezunu finans müdürünün yardımcılığı pozisyonu için ilan çıkmasını söyler. Niteliklerini de belirtir:

    • Kamu yönetimi, Bankacılık, Maliye, Ekonomi ve Finans Bölümlerinden mezun,
    • 5 Yıllık yönetim deneyimli,
    • Çok iyi derecede İngilizce bilen,
    • Portföy yönetiminde uzmanlaşmış,
    • 30-40 yaşlarında,
    • Ücreti de müdürün %20 altında.

    “Aramızda kalsın…Seçerken dikkat et! Akıllı ama saf biri olsun, unvana takılmasın, bizim müdürü ürkütmesin…” diye ekler.
    …………..?


  68. Hizmette kalite sevdalısıydı. 
    Tabağındaki şinitzele bir de yan masadakine göz attı…Garsonu çağırdı. Fısıldayarak:
    “Yandaki müşterinin şinitzeli çok büyük. İki porsiyon mu?”
    “Hayır efendim. Bir porsiyon!”
    “Benimki de bir porsiyon ama neden onun yarısı kadar?”
    “Bilemiyorum…”
    Halkla İlişkiler Sorumlusuna durumu anlattı.
    O da mutfağa gidip araştıracağını söyledi. Döndüğünde ezile büzüle:
     “Efendim iki aşçı da porsiyonu avuçlarına göre ayarlıyormuş. Birinin avucu çok büyük diğerininki de küçükmüş…Size küçük olan denk gelmiş!”
    Neee!
    ‘Günün şakası’ diye not düştü.

  69.   .       
    Zorlandığını gördüm. Elindeki pazar filesini aldım. Teşekkür etti.
    Koluma girdi. Basamakları yavaşça çıkmaya başladık.
    “Yaş 80 evladım!”
    Beyaz yalanın tam sırasıydı.
    “Gerçekten mi?”
    “Köftehor sağ dizim su koydu!”
    Yaş ilerledikçe olabileceğinden söz ettim.
    Durdu! Gülümseyerek:
    “Evladım sol dizim de 80 yaşında. Neden onda sorun yok?”
    …….!!



  70. Ürdün’de doğdu. Roma’da bir İngiliz olan müstakbel eşiyle tanıştı.
    Paris’te evlendiler. Her ikisinin de ebeveynleri farklı ülkelerdendi.
    Kadının annesi Türk, babası Mısırlıydı. Yıllar önce Ürdün’e yerleşmişlerdi. Erkeğin annesi ise Litvanyalı, babası Belçikalıydı.
    İkisi de merkezi Paris’te olan uluslararası bir şirkette çalışmaya başladılar.
    İki yıl sonra şirket onları Arjantin’e gönderdi. Orada doğan kızları Arjantin vatandaşı oldu.
    Dört  yıl sonra şirketin Amerika Birleşik Devletlerindeki ofislerine atandılar.
    Üç yıl sonra doğan erkek çocukları ABD vatandaşıydı.ABD’nin çeşitli eyaletlerinde ve Kanada’da görev yaptılar. 19 sene geçmişti…Çocuklar azıcık Türkçe ve Fransızca, epey Arapça, yeterince İspanyolca ve çok iyi İngilizce konuşuyordu. Aidiyetleri konusunda kimlik muhasebesi yapmaya başladılar.
    “Biz aslen nereliyiz?”
    Anne ve baba cevap vermek yerine,
    Amin Maalouf’un ‘Ölümcül Kimlikler’ kitabını tavsiye edip Tarihçi Mark Bloch’un  "İnsanlar babalarından çok, zamanın çocuklarıdır" sözünü hatırlattılar.

  71. “Şirketler ihtiyaç duydukları bir pozisyon için gerekli yetkinlikleri genel olarak biliyorlar.”
    “Aynen!”
     “Ancak bu yetkinlikte adaylara ulaşmak için doğru kanalları kullanmıyorlar”
    “Aynen!”
     “Doğru kanalı bulsalar bile ilan konusunda hata yapıyorlar. İnsan kaynakları seçme ve yerleştirme süreçlerini göz ardı ediyorlar.”
    “Aynen!”
     “Bir şekilde adaya ulaşsalar bile yetkinliklerine uygun ücret teklifi yapmıyor, adayı başlatamıyorlar veya ellerinde tutamıyorlar.”
    “Aynen!”
     “Görüşlerin için teşekkür ederim. Çok yararlı oldu!”
    “Aynen!”

  72. “Güdük” diyordu arkadaşları ona. Aldırmıyordu. Hababam Sınıfındaki Güdük Necmi’yi hatırlattığı için hoşlanıyordu bile.
    Kâğıt toplayan 12 yaşında bir iş adamıydı o!
    Marketin arkasına geçti. Atık karton kutuları ezerek düzleştirdi. 
    Tekerlek taktığı büyük çuvala tıktı. Mitolojide Zeus tarafından gök kubbeyi omuzlarında taşımaya mahkûm edilmiş Atlas gibiydi.
    Ama bizim Atlas neşe içinde ıslık çalarak yollardaydı….
    Caddeye doğru bel vermiş yaşlı meşenin yanından geçiyordu ki dibindeki turuncu kösele ayakkabılar dikkatini çekti. Etrafına bakındı. Hiç böylesini görmemişti. 
    Ayağındakileri çıkarıp onları giydi. Suç işler gibi hissetti bir an. Hırpalanmış tulumunun altında turuncular ışıl ışıl parlıyordu. 
    Eskisini aynı yere bıraktı. Asıldı çuvala… Yürüyüşü bir başkaydı sanki.
    Apartmanın birinci katının perdesi aralandı. 
    Adam göz yaşlarına boğulan eşine sarıldı. 
    Kağıtçı çocuğu gözden kaybolana dek izlediler…



  73. Yönetim Kurulu Başkanı büyük salona alkışlar içinde girdi. Kürsüden teşekkür etti.
    Dev ekranda şirketin elli yılının kısa filmi izlendi. 
    Herkes birbirleriyle yarışırcasına bir kez daha ayakta alkışladı. 
    Başkan yeniden söz aldı: “Neden başarılı olduk biliyor musunuz?” 
    Derin bir sessizlik oldu…
    “Çünkü biz bir aileyiz!”
    Alkışlar...Alkışlar…
    Üretim şefi lojistik şefine eğilerek:
    “Çok doğru söylüyor! Bütün üst pozisyonlar işten anlamayan aile üyeleri ve akrabalar arasında paylaştırıldı…Yükü bizler taşıyor ve yıllardır yerimizde sayıyoruz. Kariyer geleceğim yok arkadaş!”
    Öteki de başıyla onayladı ve fısıldayarak:
    “Marifetmiş gibi ‘Aileyiz’ diyorlar, eften püften nedenlerle insanları işten atıyorlar”. 
    “Ailede evden atarlar mı?”

    “Bence ‘Biz bir aileyiz!’ derken on kez düşünmeliler…”

  74. Dört oğlunu yönetim kurulu üyesi yaptı. 
    Tek hayali ilk göz ağrısı olan şirketini kurumsallaştırmaktı. 
    Yönetim kurulu başkanı olarak danışmanlık desteği de aldı.
    Akıllı bir binada yeni genel merkez açılışı yapıldı. 
    Çalışma ortamında, toplantılarda bir aile olunduğuna dair bir belirti yoktu. 
    ‘Bey’ diye hitap ediyorlar, rapor sunuyor, görüşmeler tutanağa geçiriliyordu.
    Her şey değişim yolunda gibiydi…
    Bir toplantı sırasında Finanstan sorumlu YK üyesi başkana hitap ederek:
    “Salih Bey, son yatırım kararınızı gerçekçi bulmuyorum!”
    Diğerleri de başlarıyla onayladı aynı anda…
    “Ne? Ne dedin sen?”
    Birden Salih Bey gitti Baba Salih geldi…Hem de ne geliş…
    Hışımla ayağa kalktı ve masaya yumruğunu vurdu.
    “Dünün sıpaları siz mi bana yatırımı öğreteceksiniz?”
    “Kurumsallaşmak fazla geldi anlaşılan…Haddinizi aşıyorsunuz! Bundan sonra ne dersem o olacak!”
    Bir aile şirketinin geleneksel yapıya geri dönüşüydü olan…
  75. Şirketin kilit yöneticilerini toplantıya çağırdı. Hatalı kararları eleştirmeyi ve uyarılarda bulunmayı amaçlıyordu.
    “Sizi uzun süredir izliyorum…Daha önce de söylemiştim.”
    “Karar verirken objektif değilsiniz! Olaylara dar bir çerçeveden bakıyorsunuz!” diye söze başladı.
    İşaret parmağını odadakilerin gözüne sokarcasına sırayla doğrulttu…
    Hasan’a: “Çok duygusalsın! İnisiyatif kullanamıyorsun!”
    Zeynep’e: “İnsanları dinlemiyorsun!”
    Timur’a: “İnsanlar senden korkuyor!”
    Seda’ya: “Sabit fikirlisin!”
    Murat’a: “Astlarını tanımıyorsun!”
    “İnsanları etiketlemeyin!”
    Hepsi bu konuşma sonrası buz kesilmişti.
    Seda tüm cesaretini toplayarak:
    “Yılmaz Bey, sizin etiketlerinizden nasıl kurtulacağımızı da anlatır mısınız?”



  76. Mahalleli köprülü kavşak yapımına karşıydı…
    İki dakikalık tıkanıklığa çare olsun diye daracık alana sıkıştırılan bir geçide gerek yoktu.  Yetkililer kulak asmadı….
    Köprülü kavşak hizmete açıldı.
    Korkulan da oldu! Belirgin bir proje hatası vardı.
    Alt geçitteki keskin virajın düşük deveri kazalar zincirini başlatmıştı.
    Mahalleli oda duvarlarında bomba gibi patlayan çarpma sesleriyle pencereye koşuyor, yardıma gidiyor, trafiğe, ambulansa haber veriyordu.
    Yolu kullananları ve yetkilileri uyarmak için kaza fotoğrafları sosyal medyada paylaşılıyordu. Bunun için web sitesi bile kurulmuştu. Bulvara bir kaza canavarının yerleştiği haberi gazete ve TV’lerde sürekli yer aldı.
    Duyarlılık zirvedeydi. Bu durum yıllarca sürdü.
    Proje değişmedi. Ancak bir şey değişti:
    Kaza sesi duyulmaz, yardıma gidilmez oldu. Son kişi de mücadeleden vazgeçti.
    Kanıksama, kavşağın üstüne kara bulut gibi çökmüştü…


  77. Uzun süredir görmemiştim…Bildim bileli toptancılık yapıyordu.
    “Ooo beyim ne hoş bir sürpriz!”
    Solgun yüzü beni endişelendirdi.
    “İyi misin?”
    “15 gün oldu bir kalp krizi geçirdim, işe bugün geldim”.
    “Yaa…Geçmiş olsun…”
    “Ticari hırslar beni öfke dolu biri yaptı. Her şeyin boş olduğunu anlıyor insan öbür tarafa gidip gelince…O adam yok artık. İşim ‘hoşgörülü ticaret’ bundan böyle”.
    “Ne güzel…Sağlıktan önemli bir şey yok!”
    Bir iki şey alıp ayrıldım mağazadan…
    Üç ay sonra yolum düştü…
    Gözleri yerlerinden fırlayacak gibi, bir elinde telefon belli ki karşıdakiyle tartışıyor,  bir yandan da sağa sola emirler yağdırıyordu. Yüzü kıpkırmızıydı. Ateş püskürüyordu mübarek…
    ‘Hoşgörülü Ticaret’ten eser kalmamış ‘Öfkeli Ticaret’ geri gelmişti.

  78. Eski dostların sohbetindeki sıcaklık şöminenin ateşini harlıyordu…
    İnceden yağan yağmura eşlik eden sis, tüm ağırlığıyla çökmüştü ormanın üstüne.
    Dağ evinin emektarını merakla izlediler pencereden.
    Odun kesiyordu ön bahçede sundurmanın altında.
    “Her yağmur yağdığında içim kararır” dedi birisi.
     “Yağmur hep korkutmuştur, yaşadığım sel felaketinden sonra…” dedi öteki.
    “Kendimi aptal gibi hissederim” dedi cam kenarındaki gülerek…
    Grubun en yaşlısı söze girdi: “İçimi bir sevinç kaplar.”
    Ona şöyle bir baktı yağmurda içi kararan…Belli ki tuhafına gitmişti sevinç duymak!
    Yaşlı olan camdan aşağı süzülen yağmur damlalarını parmağıyla izlerken:
    “Bence ilk kez ne zaman içinin karardığını hatırla ki sevinç duymayı da öğretesin beynine bundan sonra…”
  79. Zorlu tarih sınavı geldi çattı. 
    Önceki ders boş geçiyordu. Kopya hazırlığı için hızla organize oldular.
    Tahtaya antlaşmaların, savaşların tarihleri cebirsel denklemler şeklinde kodlanarak yazıldı. 

    Sınıf her satırın açıklamasını pür dikkat dinledi.
    Büyük an beklendi.

    Öğretmen geldi…Klasik uyarılarını yaptı. 
    Tahtaya baktı silinmesini istedi… 
    Tüm sınıf dondu kaldı… Hemen toparlandılar. 
    Matematik ödevi olduğu koro halinde dile getirildi. 
    Öğretmen tahtaya bir kez daha baktı. 
    “Peki kalsın!”
    Herkes derin bir nefes aldı. 
    Sınav sırasında kimse falso vermedi.
    Ertesi hafta öğretmen kürsüden tüm sınıfı süzdü…
    “Beni şaşırttınız! Hepinizin notları çok yüksek!”
    Koro halinde: “Çok çalıştık öğretmenim…”
    “Hiç karşılaşmadığım kadar tarih bilgisi vardı kağıtlarınızda; açıklamalarınız ise gereksiz hikâyelerle doluydu…” 
    “Tuhaf, tuhaf…” diye başını salladı durdu…
    Hababamlaşan sınıfın çocukça zaferiydi.
    Ağarmış saçlarıyla o günü konuşuyor, öğretmeni saygıyla anıyorlar…
  80. “Oda servisi mi?”
    “Meşrubat bardağına bir soğuk soda ve kalan kısmına soğuk su koymanızı, içine bir tam limonu sıkmanızı rica ediyorum. Ayrıca yanında yarım çay kaşığı karbonat da olsun lütfen!”
    .......
    15 dakika sonra servis elemanı tepsiyi masaya bırakır. Tepside, meşrubat bardağında soda, ayrı bir bardakta su, küçük bir kâsede karbonat, bir çay kaşığı ve dörde bölünmüş limon vardır.
    .......
    Müşteri ertesi akşam aynı siparişi adım adım tekrarlar.
    10 dakika sonra başka bir servis elemanı içeri girer.
    Tepside, meşrubat bardağında sıkılmış limon, ayrıca yarım limon,  şişede soda, bir bardak su, birkaç buz ve yarısına kadar karbonatla dolu bir yemek kaşığı vardır.
    ........
    Üçüncü gün de müşteri aynı siparişi verir.
    30 dakika sonra içeri bir başka servis elemanı girer.
    “Gecikme için özür dilerim.”
    Tepside, meşrubat bardağında yarıya kadar su ve üst kısmında dilimlenerek dizilmiş yarım limon, küçük tabakta ayrıca yarım limon, şişede soda ve kâsede tepeleme doldurulmuş karbonat ve çay kaşığı vardır.
    .........
    Müşteri nerede hata yaptığını anlamaya çalışıyor…


     
  81. 6 Golün Hikâyesi…
  82. Şehrin en konforlu oteliymiş…WEB sitesinde SPA bile vardı.
    Sabah doğrudan toplantı salonuna girdim. Gün bitiminde odaya çıktım. 
    1. Gol: Anahtarı çıkartırken kilit altındaki  kocaman delik dikkatimi çekti. Gözümü deliğe  dayayıp odama şöyle bir baktım. Yeni Kilit takılmış. Eskisinin yeri de oyuk kalmış.
    Boş odaları yokmuş. Peçeteyi yumak yapıp deliği tıkadım. 
    2. Gol: SPA iyi gelir dedim. Ara ki bulasın!  WEB’deki fotoğraf hedef projeymiş. 
    3. Gol: Duşa girdim. Açar açmaz duş başlığı buz gibi suyla ok gibi fırladı. İçine kötü bir ruh girmiş gibi hızla kabinde dolaşmaya başladı.Dondum… Birkaç darbe de  aldım.
    4. Gol: Ertesi gün restoranda iki servis elemanı ikram ettikleri kanepeleri  kutularından küçük tepsilere aktarmaya başladı. Çikolatalı kurabiyeleri elleriyle alıyor, tepsiye diziyor, parmaklarındaki çikolata bulaşığını afiyetle birer birer yalıyor ve yeniden kutuya uzanıyorlardı. Şaka gibiydi…Durumu katılımcılara anlattım. Donup kaldılar…
    5. Gol: Katılımcılardan biri masalardaki yarım bırakılmış suları görevlinin toplayıp boşa gitmesin diye çay kazanına döktüğünü söyleyince koptuk. Birisi ”neyseki kaynar su” diye mırıldandı. Kimse elini sürmedi kanepelere. Sularını da yanlarına aldılar.
    6. Gol: Otel müdürüne delikten  başlayarak her şeyi anlattım…Sakince dinledi:
    “Size bir çay ikram edeyim” dedi o kadar…
    Deplasman hezimeti sonrası uçakta otel yemeklerini aklıma bile getirmek istemedim…
  83. Takım çantanızda ne var? 
  84. Eğitmen konuşmasına “Takım çantanızda ne var?” sorusuyla başladı.Ön sıradaydı, “Eveet” diyerek yerinden fırladı…
    Tüm gözler ona çevrildi.
    “Benim takım çantamda çok şey var!”
    “İdari işler yöneticim benim çekicim: Çalışanları ne zaman dürteceğini iyi bilir.
    Üretim müdürüm tam bir mengene…Planlı ve kimseye göz açtırmaz!
    Satın Alma  Müdürüm bir pense…Her istediğimi söküp alır!
    Satış Müdürüm tam bir ayarlı anahtar…Müşterinin ağzından girip burnundan çıkar…
    Muhasebe ve Finans Müdürüm yan keski…Tahsilatta kopartıcıdır…
    Bölge Koordinatörüm bir tornavida…Gevşekliğe asla izin vermez!”
    “Veee en önemlisi hiçbiri benim onayım olmadan karar vermez!”
    Eğitmen bir süre sessiz kaldı…
    “Beyefendi takım çantanızdaki alet ve edevatı nasıl seçtiğinizi ve yönlendirdiğinizi sizinle görüşerek öğrenmek isterim!”

  85. Otelin deniz manzaralı restoranı, nefis yöresel yemekler ve  canlı kemençe müziği…
    Bu keyifli hava kaçırılmazdı…
    Zaman akarken Kemençeci aynı parçaya takılmış gibiydi…
    Şefe fısıldadım: “Neden sürekli aynı şeyi çalıyor?”
    Şöyle bir baktı! 
    “Hocam, en az 36 ayrı saz eseri icra etti.”
    “Yaa!”
    Kızardım!
    Sahi! Karadeniz Kemençesinin perde seslerini duyacak bir kulağınız var mı?

  86. Otobüs Yeni Delhi’nin caddelerini  geçerken, gözler her rengin tonlarıyla boyalı tezatlar şehrini şaşkınlıkla izliyordu. Tur grubunun üyeleri  Hindistan’ın başkentini tüm duyularıyla derinlemesine yaşıyordu.
    Karmakarışık trafik, korna sesleri, atlı arabalar, tuktuk taksiler, zenginlik, sefalet, kirli hava, baharatla karışık dışkı  kokusu, gürültü ve maymunlar...
    Otobüs müzenin yakınında durdu. Yolcular heyecanla indiler…
    Ortalık çöpten ve lağımdan geçilmiyordu.
    Burunlar tutulu müzeye yöneldiler…
    Birden bir trafik polisi belirdi. Tur rehberine bir şeyler söyledi.
    Rehber:
    “Sigara izmaritini atanınız oldu mu?”
    “Evet” dedi iki kişi aynı anda…
    “Para cezanız var…”
    Başlar çöplerle dolu sokağa sonra da  polise döndü.
    Polis bu hareketi umursamadı.
    “Söyleyin grubunuza! Onlar bizim çöpümüz. Siz kendi çöpünüzü buraya atamazsınız!”

  87. “Köstekli Saat”

    Yıllar önce İstanbul’dan gelip yerleşmişti Akdeniz’in bu güzel kasabasına…
    Emlak ofisi rıhtıma inen yokuşun hemen yanı başındaki dar sokağın köşesindeydi.
    İşleri krize rağmen iyi sayılırdı.
    Ah! bir de şu huzurunu kaçıran hırsızlıklar olmasaydı…
    Ofisi defalarca soyulmuştu. Ne varsa çalınmıştı. Alarm, kamera da çare olmadı.
    Sonunda bir çözüm buldu. Demir kapıya elektrik bağladı.
    O akşam aldığı önlemin rahatlığıyla önce alışverişe sonra  evine gitti.
    Gece yarısına doğru, uğuru saydığı, aile yadigârı köstekli saatini ofiste unuttuğunu fark etti.
    Eşine söyleyip apar topar ofisine koştu.
    Ancak başka bir şeyi daha unutmuştu…
    Komşular buldular onu…
    Bir eli kapı kulpunda öylece yığılıp kalıvermişti.



  88. Uçakta tanıştım. 25 kişinin çalıştığı küçük bir şirketi varmış. KOBİ sınıfındaymış.
    “Zeynel Bey, şirketin küçük ya da büyüklüğünü yalnızca çalışan sayısına bağlamak doğru mu?”
    “Bana göre öyle…Kurumsallaşma için de ölçeğimiz uygun değil!” diye cevap verdi.
    Gülümsedim…
    “Biliyor musunuz model tekneler de dev transatlantikler de aynı Hidrodinamik Yasalarla yüzerler. Buna model uçaklar ve Jumbo jetlerin de aynı Aerodinamik Yasalarla uçtuğu gerçeğini  ekleyebilirim. Yani, küçük ya da büyük ölçekli şirketler aynı işletmecilik yasalarıyla faaliyette bulunurlar.”
    Birden gözleri parladı…Elime sarıldı.
    “Büyük düşünmem gerektiğini şimdi anladım! Sağ olun!”

  89. “Kariyerin Dayanılmaz Hafifliği” 40 yaşın eşikte durması kariyer telaşını artırıyor, uykularını kaçırıyordu.
    Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölge Koordinatörlüğü için olağanüstü bir çaba içindeydi.
    Ailesini, arkadaşlarını ihmal ettiği bir bedel ödüyordu. Günleri seyahatlerle, büyük müşteri ziyaretleriyle doluydu. Öğrenme açlığıyla bir yandan kitap, makale  okuyor, çevrimiçi kurslara katılıyor, koçluk desteği alıyordu.
    İki yılı böyle geçti…
    CEO yıl sonu şirket toplantısında onu kürsüye  davet etti.
    Kalbi gümbür gümbür atıyordu.
    Bölge Koordinatörü olarak duyuruldu.
    Birden hafiflediğini hissetti…
    Özel ofisi, lüks makam arabası,  bütçesi ve yurt dışı seyahat programları başını döndürdü. İşe dört elle sarıldı…
    Bir de baktı ki üç senesi koşturmacayla geçivermiş.
    Hayatında kitap, makale, seminer, kurs yoktu.
    Neden olsun ki?
    Onlar koordinatörlük hedefi için işe yaramıştı…

  90. “Tuhaf Diyaloglar!" (I)
  91. Aşırı kilosu ve boyuyla dikkat çekiyordu. Bir kavşağa kendini istihdam etmişti. Araçlar kırmızı ışıkta durunca bacaklarına sarılan çocuklarıyla cama yaklaşıp para istiyordu.
    Son model bir arabanın cayırtıyla fren yaptığını görünce ona doğru koştu.
    Bütün vücudu bir o yana bir bu yana bir aşağı bir yukarı sallanıyordu.
    Ter içinde açık şoför camına yaklaştı:
    “Abi açız yardım edin!”
    Şoför kafasını hafifçe çıkarıp aşağıdan yukarıya süzdü kadını.
    “Bacım açım diyorsun da bu kilolar nereden geliyor?”
    “Abi sağlıksız beslenme işte…”
    “Pes doğrusu…

  92.  “Tuhaf diyaloglar!” (II)
    Göz için ameliyat sırasına girmişti. 
    Yan koltukta bekleyen hasta:
    “Geçmiş olsun hemşerim…”
    “Sağ olun! Size de…’’ 
    Birden burnunun ucuna değecek kadar yaklaşınca irkildi ve istem dışı başını geriye çekiverdi. 
    Adam iyice inceledi.
    Belli ki ameliyat için işaretlenerek karalama defterine dönmüş yüzü  ilgisini çekmişti.
    “İşin çok galiba hemşerim…”
    “Göz kapağı ve kaş kaldırma ameliyatım var.”
    Dudaklarını büzerek:
    “Desene bu kadar insan acısı için gelmişken sen güzellik için buradasın haa!”
    Bu ön yargılı sözler canını sıktı…
    “Ciddi görme kaybım var hemşerim!”
    “Hıııı…”

  93. "Risk ve Cesaret"Ünlü iş insanının TV’de “Risk aldığım için başarılı oldum” sözünü duyunca ekibi topladı.“Risk almak cesaret işidir!” diyerek motive edici bir konuşma yaptı. Üst gelir grubunu hedeflediği yeni bir pazara girecekti. Mağazalar açtı, bayilikler verdi. Her mecrada tanıtıma girişti. Şirket kaynaklarını zorlayan bütçeler kullandı. 
    “Kazın ayağı öyle değildi!”
    Üretim, stok yönetimi ve dağıtımda sorunlar vardı. Yöneticilerini suçladı ve işten çıkardı. Ama nafile…İstenen performans yakalanamadı ve bulunurluk sağlanamadı.Ne mi oldu?
    Potansiyel müşteriler diğer markalara  yöneldi. 
    Rakiplere meze olmuştu. Bir yıl içinde büyük zararla başa döndü…Ofisinde kara kara düşünürken TV’deki konuşma kulaklarında yankılandı: “Risk almak bir cesaret değil doğru hedeflere dönük yönetim demektir.  ‘Ürün, fiyat, tanıtım ve dağıtım’ bağlamında derin ve çok yönlü stratejiye dayanan akılcılıktır.”

  94. "Yerelleşen Algı"
    Güneydoğu Asya’da artan sıtma olayları nedeniyle Dünya Sağlık Örgütü bölgeye uzmanlarını gönderdi.
    Uzmanlar köy köy dolaştılar…
    Köy meydanlarında hastalığa yol açan sivrisinek Anofel dev posterlerle tanıtıldı. Görüldüğü zaman ona karşı alınacak önlemler basitçe anlatıldı.
    Gerekli sağlık malzemeleri de dağıtıldı.
    Aradan birkaç ay daha geçti…Hastalık yayılmaya devam ediyordu.
    Örgüt bölgeye yeniden ekip gönderdi.
    Uzmanlar köylülerle birebir konuşarak sorunu anlamaya çalıştılar.
    Köylülerin ortak cevabı:
    “Bize resmini gösterdiğiniz büyüklükte bir sivrisinek görmedik. O nedenle de özel bir tedbir almadık!”

    !...



  95. '' Kış nasıl geçecek?''
    Kızılderili köyünün en yaşlısı, büyücüye kış mevsiminin nasıl geçeceğini sormuş. Büyücü de ateş dansına başlamış, daha sonra Ulu Manitu’yla görüşmek üzere çadırına çekilmiş. Cep telefonuyla meteorolojiyi aramış.
    Uzman kışın sert geçeceğini bildirmiş.
    Büyücü de Ulu Manitu’nun sert bir kış olacağı mesajını iletmiş.
    Kızılderililer kalın dal parçaları toplamaya başlamışlar.
    Yaşlı Kızılderili büyücüye tekrar sormuş:
    “Ne kadar sert geçecek?”
    Büyücü ateş dansını saatlerce tekrarlamış, çadıra girmiş ve meteorolojiyi aramış.
    Meteoroloji “geçen senekinden daha sert” demiş.
    Büyücü de bu cevabı iletmiş. Köylüler artık odun kesmeye başlamışlar.
    Yaşlı ve meraklı Kızılderili büyücüye:
    “Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?”
    Büyücü soruya çok öfkelenmiş, Ulu Manitu’nun  sorgulanmasının hata olacağını söylemiş. Yaşlı Kızılderili sorusunu ısrarla tekrarlamış.
    Büyücü daha önceki tüm işlemleri tekrarlamış. Cep telefonuyla meteorolojiyi aramış: “Nasıl emin olabiliyorsunuz?”
    Uzman cevap vermiş:  “Eminiz çünkü Kızılderililer odun topluyorlar...



  96. "Tuhaf"

    Gerinmenin keyfiyle uyandı. Sabah egzersizi sonrası Ponchielli’nin Dance of the Hours eşliğinde duşunu aldı. Kahvesinin yanında hazırladığı tereyağlı ekmek ve reçeli bir çırpıda bitirdi.
    Haftanın her günü için belirlediği kıyafeti seçti; aynada şöyle bir kontrol etti. “Muhteşemsin!” dedi ve aynaya çak yaptı.
    Babadan kalma duvar saati 08.15’i gösteriyordu.
    Bilgisayarını çantasına yerleştirdi. Evi kontrol etti.
    Kapıyı çekip dışarı çıktı. Asansörü beklerken karşı komşunun kapısı aralandı. Bir baş göründü. Tam günaydın diyecekti ki kapı suratına kapanıverdi.
    Dudağını büzüp başını salladı. “Yine kavga etmişler!”
    Çıkışta güvenlik görevlisini göremedi.
    Her sabahki hareketlilik de yoktu park yerinde...  
    “Tuhaf tuhaf!” diye söylendi.
    Derin bir nefesle baharı içine çekti. Parlak bir gün  için kendini şanslı saydı.
    Sitenin diğer sakinleri saksağanların kirlettiği arabasına bindi. ‘‘Yıllardır hep aynı yere pislemeyi nasıl beceriyor köftehorlar!’’ diye söylendi.
    Camı açtı. Kontağa uzandı…
     “Saygıdeğer halkımız, salgın hastalık riski sona erinceye kadar evlerinizde kalınız!” anonsuyla yataktan fırladı…

92. "Muhasebe" 
Ailesi Anadolu’nun ücra bir köyünde güvendeydi.
Kapalı işyeri, bütçesini alt üst etmişti. Dünya’nın duraklatma düğmesine basılmıştı sanki…Hayatını gözden geçirmek için bir fırsattı…Küçücük dediği evinin ne kadar büyük olduğunu keşfetti.Nişanlısıyla ayrılmıştı. Eften püften nedeni düşününce kendini ayıpladı. Aşkın alt üst ettiği kimyasını sorguladı…Sosyalliğini, biriktirdiği dostlarını düşündü…Aramayı ihmal ettiklerini, kırdıklarını hatırladı.İşe başlarken verdiği sözleri aynada sesli olarak dile getirdi.Kariyerindeki yolculuk canını sıktı…Koşturmaca içinde beden sağlığını ihmal etmişti.En zoru da hatalı kararlarının matematiğindeydi…Farkında olmadan ödediği bedellerin muhasebesi içini acıttı.Bir karar verdi…Yeniden doğacağı günleri iple çekiyordu…



93. "Halk Otobüsünün Seyir Defterinden"    

     
Çam Yarması gibiydi. Kasları tişörtünden fırlamıştı. İçeridekileri şöyle bir süzdü ve oturdu. Yolcular birbirlerine baktı. Maskesizdi…
    Araç hareket ederken yolculardan biri uyardı. 
    Maskesiz adam: “İşine bak!” diye tersledi onu. 
    Birkaç yolcu: 
“Kaptan otobüsü durdurun!”
    Otobüs sarsılarak durdu.
    Orta yaşlı olan: 
“Bu arkadaş maskesini takmıyor kaptan!”
“Söyleneni yap kardeşim! Aracı hareket ettirmem! İnsanların işi gücü var!”
    Maskesiz ayağa kalktı, şoför cüce gibi kalmıştı.
    Takım elbiseli ihtiyar: 
“Hemşerim söyleneni yapıverin.”
    Evrak çantalı kadın: 
“Kuralları bilmiyorsunuz sanırım!”
    Sahanlık yakınındaki genç kadın ‘Empati’ kitabını göstererek:
“Kurala uymuyorsa bir nedeni vardır…”
    Maskesiz: “Helal sana bacım!”
    Kapıya yakın kilolu adam gözlüklerinin üzerinden yolcuları süzüp:
    “Başınızı çevirin, kuralları çiğnerken görmeyiverin, adam yok olur!”
    Pazar fileli karı koca: “Sıkmayın canınızı, anın tadını çıkarın. Bakın hepiniz hayattasınız.”
    Maskesiz, onlara dönerek onay işareti yaptı…
    Yaşlı teyze titrek sesiyle:
“Bir gün herkes ölecek, kural mural kalmayacak. Kuralı çiğneyen bu arkadaş da ölecek!”
    Maskesiz, bir öööfff çekip şoförden kapıyı açmasını istedi: 
“Hepiniz belanızı bulun!” diyerek indi gitti.
    Orta yaşlı adam, avazı çıktığı kadar “Öküüüz!” diye bağırdı arkasından. 
    Maskesiz çoktan kaybolmuştu…Şoför derin bir nefes alarak duraktan ayrıldı. 
    Melon şapkalı yaşlı adam ilk kez konuştu:
“Meydana idam sehpasını kurup birkaçını sallandıracaksın, bak kimse kural dışına çıkıyor mu!” 
    Yaşlı teyze:
“Öyle demeyin beyefendi, insanlarımız maalesef eğitimsiz, oysa batı dünyasında böyle mi?"
    Herkes ineceği yere kadar hararetle konuşmaya, tartışmaya devam etti…

    
94. "Sınır"
“Orası orman vasfını kaybetmiş. İzin verin de yolu geçirip koya bakan oteli yapayım. Bölgeye de refah gelsin!”
“Yok öyle bir şey! Yasalar var. Daha ötesi değerlerim var!”
“Müdür Bey, benim değerlerim param, mülklerim, şirketim. Seninki ne?”
“Dürüstlüğüm…”
“500.000 TL işini görür mü?”
“Rüşvet mi teklif ediyorsun?”
“İmzanın rayiç bedelini”
“Odadan derhal çıkın!”
Adam makam masasına doğru eğilerek:
“1 milyon kutsal yeşile ve bir üst makama ne dersin?”
 ………..
“Sanırım dürüstlüğümü erteleyebilirim”.



95. "Gölgesizler Ülkesi"

I
“Oğlum ceplerinde ne var? Çıkar ellerini!”
Yüksek perdeli komutun ardından ellerini cebinden çıkardı. Annenin kahkahası ortalığı inletti.  Minik avuçlar solucanlarla doluydu. 

Yıllar onu çiçek, böcek konusunda uzmanlaştırdı. Dağcılık becerisiyle de yüksek tepeleri incelemeye yöneldi. 

O yaz gözüne kestirdiği dağın eteklerindeydi. Emektar atını köylüye bıraktı. Dağ çilekleriyle kaplı tepede, kekik kokularıyla bezenmiş dağ kokusunu içine çekti. Zirveye doğru tırmanışa geçti. Kayaların arasından, dar patikalardan yürüdü.  Sırt çantasının ağırlığını hissettiğinde mola verdi. Birkaç saatlik bir tırmanışla da en yüksek noktaya ulaştı. Karanlık çökerken çadırına zor attı kendini. Deliksiz bir uykuya daldı.
                                                                              
II

Güneş doğarken uyandı. Öyle bir gerindi ki eski haline gelemeyeceğini sandı bir an. Bitki çayları, peksimet ve biraz peynirden oluşan kahvaltısını yaparak keşfe çıktı. Çiçekli bir diken dikkatini çekti uçurumun kenarında. Bu ilk kez keşfedilen bir çiçek olabilir miydi?  Biraz tereddüt etti. Merakına yenildi. Uzanabildiği kadar uzandı. 

O sırada ayağının altından yerin kaydığını hissetti. Bir tünelden yuvarlanmaya başladı. Bu yolculuk ne kadar sürdü bilemedi. Gözlerini açtığında güneş tepede parlıyordu. Kolu bacağı yerli yerindeydi. Anlaşılan yumuşak bir iniş yapmıştı. Tünel toprak ve taşlarla kapanmıştı.

III 

Gökyüzünün ve yeryüzünün grinin tonlarına büründüğü bir vadideydi.  Daha önce böyle bir yeri hiç görmemişti. Vadinin aşağılarındaki köy dikkatini çekti. Siyah kıyafetleriyle insanlar çıktı karşısına. Selam vermeye yeltendi. Onu işaret edip korkuyla kaçmaya başladılar. Arkalarından seslense de çoktan uzaklaşmışlardı.  Bir süre daha yürüyüp köye iyice yaklaştı. Siyahlar içinde kalabalık bir grup onu gösteriyor bir yandan yere  bakıyordu. Birden dondu kaldı!

Bu insanların gölgeleri yoktu. Böylesi parlak bir güneş altında insanlar nasıl gölgesiz olabilirdi ki?

IV

Köy meydanına geldiğinde diğerlerinden daha büyük, kapısı oymalı, çatısı çalı çırpıyla kaplı bir kulübe gördü. Köy halkı çevresinde toplanmıştı. Sesleri, vadinin üstünden gelen uğultulu rüzgâra karışıyordu. Yün keçe karışımı beyaz şapkası, yeşil tonlarındaki yeleği, gömlek ve pantolonu, kırmızı fuları ve deri çizmesi başka bir dünyadan geldiğini gösteriyordu. 

Kulübeye yaklaşınca siyah giysili, beline kadar sakallı, pelerinli ve sivri külahıyla yaşlı bir adam karşıladı onu. 
“Ben bu köyün başkanıyım. Sen dost musun düşman mısın ey yabancı?”
“Dost...”
“Silahın var mı?”
“Sadece küçük bir çakı, o kadar.”
Başkan yabancıyı içeri davet etti. Yabancı vadiye nasıl geldiğini, yaşadığı şehri anlattı. Başkan hayretler içinde dinledi. O da bir sabah uyandıklarında gölgelerinin onları terk ettiğini anlattı. Renkli giysileri, orman, her şey aynı gün siyaha ve grinin tonlarına dönüvermiş. Yabancıdan yardım istedi.

V

Yabancı günlerce köy halkını gözlemledi. Yaşlılardan köy efsanelerini dinledi. Çocuklar korku içinde gölgesini izliyorlardı. 

Haftalar sonra  neler olup bittiğini anlamıştı. Bu insanlar kendilerini sevmediği gibi birbirlerini de sevmiyordu. 

Aydınlığın içeride, karanlığı temsil eden gölgenin ise insanı yoldan çıkarmak için yanı başında ve peşinde olduğunu öğrenmişti. Köy halkı sevgisiz, saygısız, düşmanca tutumlar aldıkça gölgeleri de içlerine girerek onları ele geçirmişti. Her şey kararmıştı. Işık saçamıyorlardı etraflarına. Hırsızlık, kavga, yalan, cinayet had safhadaydı. Yaşlılar, kadınlar ve çocuklar eziliyor, taciz ediliyor, şiddete maruz kalıyorlardı.

VI

Yabancı, gölgelerine kavuşma yolunu bildiğini söyleyince başkan çok heyecanlandı. Köy halkını meydana topladı. Yabancı yüksek bir kayaya çıktı. Kalabalık  onun uzun ve görkemli gölgesinin onlara ulaşamadığı mesafede duruyordu.
“Ey ahali, ey gölgesizler ülkesinin insanları!”
“Gölgenizi istiyor musunuz?”
“Eveet”
“Bugünden itibaren herkes yemeğini komşusuna verecek!”
“Bunu yapabilir misiniz?”
“Eveet” 
“Durun daha bitmedi…”
“Herkes her gün eşine ve çocuğuna onu sevdiğini söyleyecek, köyün tüm işlerini birlikte yapacak, bir başkasına yardım etmenin bir yolunu bulacak!”
“Bunları da yapabilir misiniz?”
 “Eveet” diye bağırdılar.
“Söylediklerimi yapanların gölgeleri geri gelecek!”

VII

Bazıları inanmamıştı. Köyün farklı sokaklarından “Gölgemi buldum!” diyen sevinç çığlıkları geldikçe diğerleri de söylenenleri yapmaya başladı. Zamanla herkesin gölgesi açığa çıktı. Giysilerle birlikte her şey renkleniverdi.

Yabancı, küllerinden doğan, güzelliği yakalayan bu köyden ayrılma zamanının geldiğini söyleyerek başkandan izin istedi. Vadiden çıkış için bir yol bulacaktı. Köylülere: 
“Gölgenizi bir daha sakın kaybetmeyin!” diyerek veda etti.
Ama çocuklar onu bırakmıyordu bir türlü. Kollarından çekiştiriyorlardı…

VIII

Kollarını çocuklardan kurtarmaya çalışırken gözlerini açtı. Bir çift mavi göz endişeyle ona bakıyordu. 
“Bayım iyi misiniz? Sizi biraz içme suyu için rahatsız ettik. O kadar derin bir uykudaydınız ki öldüğünüzü sandık!”
Çadırdan dışarı attı kendini. Bir grup dağcı çadırın çevresinde kamp kurmuştu. 
Önce onların sonra kendinin gölgesine baktı…Oradaydılar. Kafası karışmıştı. 

O akşam kamp ateşinin çevresinde gölgeler kayalarda titreşirken yolculuğunu anlatmaya, onları inandırmaya çalıştı saatlerce…


96”Yalan zamanı”

Prens gözleri kamaştıran taht odasına yavaş adımlarla girdi. Altın, zümrüt, yakutla kaplı tahtta oturan krala:
“Babacım cevabını veremediğim sorularım var!” 
Kral gürledi:
“Bre oğul! Emrindeki saray büyücülerinin, falcıların, şifacıların, tarihçilerin veremediği bir cevabı benden mi istiyorsun?”
“Onlara sordum: ne zaman yalan söylemeliyim?” 
“Onlar da ‘en etkili yalan büyük olandır. Onun zamanını da büyük insanlar bilir ve  söyler dediler”.
“Onun için huzurunuza geldim.”
Haşmetli kral böbürlenerek:
“Bre oğul! Verdiğin kararlarda halkı inandırmak istediğinde söylersin. Ne kadar büyük olursa yalan o kadar inandırıcıdır. Gerçekleri çarpıtmada ve yalan söylemede ustalaştıkça tahtına göz dikenler azalır. Hükümranlığın yıllarca sürer. Bunu unutma!”
Prens başını salladı: 
“Doğrular basit kalıyor ve acıtıyor süslü yalanların yanında. İnsanlar vaatlerin büyüsüne kapılıyorlar zavallı hallerinden kaçarak. Değil mi babacım?”
“Eveet. Önce yalancının kralı olmayı öğrenmelisin oğul!” 
“Geçmişimizi de inceledim sarayın arşivinde. Tahtta en uzun kalan sen olmuşsun babacım…”

97.  “Bağlanan Basiret”

     Kapının zili çalınca, sekretere beklediği bir misafiri olduğunu söyledi. Girişteki boy aynasına şöyle bir göz attı. Kendine esaslı bir selam çaktı ve kapıyı açtı. 
“Esin Hanım değil mi?”
“Evet benim…”
“Hoş geldiniz. Ben Taner. Buyurun lütfen!”
    Toplantı salonuna geçtiler. 30 yaşlarında bu zarif kadından çok etkilenmişti. 
“Sizi yazışmalarımızdan tanıyorum. Görüşmek bugüne nasip oldu.”
 “Bu salgın sırasında uzun bir yola çıkmak da cesaret istiyor doğrusu.”
“Haklısınız…Tereddüt ettim ama işte buradayım.”
“Sizi, bir işkolik olarak anlıyorum. İstanbul ne alemde? Timur Bey nasıl?”
“Selamları var!”
“Dağıtım işi hiç aksamadı. Özellikle Çin’den gelen ürünleri zamanında teslim etmeyi bildiniz. Bu arada ne içersiniz? Çay, kahve…Ya da başka bir şey. Emredin getirteyim.”
“Sade kahve lütfen!”
“Bizim siparişlerimiz gümrükten çıkmış öyle mi?”
“Evet Taner Bey…”
“Çok sevindim. Müşterilerime söz vermiştim. Piyasa nasıl Esin Hanım?”
“Yavaş yavaş açılıyor…İnsanlar temkinli. İş hayatı durursa her şey biter!”
“Bölgemizde çok sıkıntılı günler yaşadık Esin Hanım, siz de anlayış gösterdiniz.”
“Tahsilatlar aksadı, ama idare edebildiğimiz kadar ettik Taner Bey!”
“Biz de öyle Esin Hanım!”
“Taner Bey, sizden bir ricam var. Çocukluk arkadaşım bugün evleniyor. Nikah töreninde ona altın bilezik takmak istiyordum. Ancak aldığım bileziği ve cüzdanımı İstanbul’da unuttum. Üzerimde birkaç yüz lirayla geldim. Talihsizlik işte… Nikah saati de Banka için ters. 10000 TL borç verir misiniz? Yarın size geri öderim.”
“Ne demek Esin Hanım…Lafı mı olur.”
    Taner finans müdürünü aradı, kasadan 15000 TL istedi.”
“İhtiyacınız olabilir…”
“Çok incesiniz Taner Bey. Bir an önce gidip törene yetişeyim. Sonra gelir yeni siparişler için görüşürüz.”
    Esin Hanım parayı alır ve izin isteyerek ofisten çıkar. Bir saat sonra ofisin kapısı çalınır. Sekreter açar.
“Merhaba ben Esin, İstanbul’dan…Taner Bey bekliyordu!”
   Konuşmaları duyan Taner odasından çıkar. Şaşkındır…
“Nasıl olur, nasıl olur?” diye bozuk plak gibi takılıp kalmıştı. Başından aşağı kaynar sular dökülmüştü sanki…
Esin hanım ve sekreter neler olduğunu anlamaya çalışıyordu.
    Taner:
“Yahu kadın 10000 istedi ben üstüne üstlük 15000 verdim. Bu salaklığımı nasıl unutacağım?”
 Sekreter (çekinerek): 
“Basiretin bağlanması Taner Bey!”




98.  “Yıldızlar Söyledi”

“Oturabilir miyim?”
“Elbette, buyurun!”
“Merhaba ben Aylin.”
“Memnun oldum. Ben de Yeşim. ”
Hınca hınç dolu kafeteryada ilk karşılaşmaları böyle oldu.
Okuldan derslerden söz ederek sohbetleri derinleşti. O günün unutulmaz anlarından biri de Aylin’in Yeşim’le yıllardır tanışıyormuşçasına söyledikleriydi:
“En çok başınla ilgili sorunlar yaşıyorsun değil mi? Hareketli ve önde giden birisin ve enerji gerektiren sporlarla uğraşıyorsun! Açık sözlü olduğunu da eklemeliyim.”
Yeşim şaşırmıştı.
“Aylin daha yeni tanıştık bunları nasıl biliyorsun?” 
“Bir şey daha söyleyeyim. Koç burcundasın değil mi?” 
“Yok artık! Nerede ve ne zaman doğduğumu da söyle bari oldu olacak!”
“Astrolojiye meraklıyım. Burçlar ilgi alanımda. Sihirli kürem falan da yok!”
Yeşim nazikçe:
“Bu biraz rahatsız edici açıkçası…Sosyal medyadaki fal köşeleri dışında bilgim yok!”
“Düşündüğün gibi değil. O işin magazin tarafı…Arka planda yüzyılların birikimi var!”
“Bilim olmadığını düşünüyorum Aylin!”
“Astronomi gelişmeden önce krallar, sultanlar Astroloji ’den yararlanıyorlardı ama!”
“Bana aylara göre doğanlardaki özelliklerin istatistik sonucu gibi geldi. Yılların birikimi dediğin o olsa gerek. Gelecekle ilgili tespitlere de hiç katılmıyorum. Neyse bu konuda seninle tartışmayacağım.”
İki arkadaş okul bittikten sonra da hafta sonları bir araya gelmeye devam ettiler. Her ikisi de iş bulma konusunda şanslıydı.
Aylin yıldız  haritası dediği saat ekranına benzer bir tablo üzerindeki hesaplamalar sonrası Yeşim’e çok şey söyledi. Ailedeki, yakın çevredeki insanları da analiz ediyor tahminlerde bulunuyordu. Yeşim de arkadaşını kırmamak için doğrudan karşı çıkmıyordu.
İki arkadaş bir araya her gelişinde burç muhabbeti de başlıyordu. Yeşim bir gün dayanamayıp Aylin’e sordu:
“Aylincim! Yanlış anlama ama bu konu senin için bir takıntıya dönüşmüş olmasın! Yatıyor kalkıyor burçlar diyorsun!”
“Bir Koç olarak açık sözlülüğünü bildiğim için alınganlık yapmayacağım! Ancak insanları tanıma konusunda yararını göreceğime inanıyorum. Sen de öğrensen iyi olur.”
Yeşim konuyu değiştirdi. “Biliyor musun bir üst pozisyona terfi ettim.”
“Harika haber! Senin patronun Oğlak burcunda. Onlar biraz sıkı oluyor. Disiplini seviyorlar. Dikkat et!”
“Alemsin valla!”
Aylin bir gün Yeşim’e evleneceği erkekten bahsetti. Astrolojik tüm hesaplamalara göre en uygun kişiydi onun için…
“Ehhh artık diyecek bir şeyim yok. Bu önemli bir karar. Başka faktörleri de göz önüne alsaydın bari Aylincim.”
“Astrolojinin hesaplarına güveniyorum. Bu benim doktora programım.”
“Dilerim her şey umduğun gibi olur.”
Aylin evlendi. Maden mühendisi olan eşiyle başka bir şehre taşındı. Orayı da astrolojiye göre gözden geçirmeyi ihmal etmedi. İnternetten yazışmaya, telefonla görüşmeye devam ettiler.
Bir gün Aylin gene bir sürpriz  yapıp hamile olduğunu söyledi. 
“Eminim çocuklara hamile kalacağın zamanı da astrolojiye göre belirlemişsindir!”
“Elbette Yeşimcim…” diyerek bir kahkaha fırlattı…
Aylin hesapladığı gün ve saatte  doktorları bile bekletip doğum yaptı. Hem de ikiz bebekleri oldu…
Bu arada Yeşim’de evlenmiş ve bir kız annesi olmuştu.
Hayatın akışı bu ya!  eskisi kadar görüşemez oldu iki arkadaş.
Aradan çok uzun yıllar geçti.  İki arkadaş arasına şunlar bunlar girdi.  Koptular birbirlerinden…
Bir gün Yeşim’in telefonu çaldı. Arayan Aylin’di. Ağlamaklı bir sesle:
“Nedense senden başka kimseyi bulamadım arayacak.  Kopukluk için söyleyecek sözüm yok. Sana da bir şey diyemiyorum.”
“Haklısın Aylin. Mazeret yok! Bir telefonu bile ihmal ettik koşturmacada  geçen yıllarda.”
“Üzgün olduğunu anlıyorum. Hayrola ne oldu?”
“Sinan’la ayrıldık. Üstüne üstlük çocuklar da evi terk etti. Benimle görüşmüyorlar. Yapayalnız kaldım!”
Yeşim aklından Astroloji, yıldız haritası falan diye hatırlatmayı geçirdi. Vazgeçti. Zaten olan olmuştu. 
Onu telefonda saatlerce dinledi… Sinan şöyle yaptı, çocuklar böyle yaptı, kayınvalide şunu dedi, kayınpeder bunu dedi… Aylin konuştu, anlattı nefes bile almadan…
Burçlarla ilgili tek söz bile etmedi…

99.  “Mutasyon”

    Genel Müdürün kapısını hafifçe tıklattı…
“İçeri gelin!” sesiyle birlikte odaya girdi.
“Günaydın Fırat Bey”
“ Günaydın Demet…Geç otur, rahatına bak!”
    Masanın sol tarafında kolayca göz teması kuracağı büyük koltuğa ilişti. Yumuşacık koltuğun içine gömüldüğünü sandı bir an…
“Seni neden çağırdığımı merak ettiğini biliyorum. Hemen konuya gireyim.”
    Demet iyice meraklandı. Doğrulmaya çalıştı ama koltuk onu geri çekti.
“Bugün birlikte çalışmamızın ikinci yıl doldu. Öncelikle adanmışlığınla şirketimize yaptığın katkılar için sana teşekkür ederim. Yönetim Kurulu üyelerinin de benim de güvenimizi kazandın. İyi bir takım oyuncusu oldun. Performansını istikrarlı biçimde artırdın.”
“Elimden geleni yapıyorum Fırat Bey. Sizin liderliğiniz şevkle çalışıyor olmamın en büyük nedeni.”
“Böyle düşündüğüne sevindim. Ayrıca mütevazı olma Demet! Biz kimin ne yaptığını dikkatlice izliyor ve takdir ediyoruz.”
“Şimdi asıl konuya gelelim. Bugünden itibaren seni Akdeniz Bölgesi Satış Koordinatörlüğü pozisyonuna atıyorum. Tebrik ederim!”
    Demet sevinçten uçacaktı. Ağzından “teşekkür ederim” sözleri yuvarlanarak çıktı…
    Bu konuşmanın ardından yıllar geçmiş gibiydi. Oysa sadece birkaç ay geçmiş, salgın çıkınca evden çalışmaya başlamıştı. 
Sabah erken kalkıyor, duşunu alıyor, kahvaltıdan sonra  hafif makyaj yaparak saat tam 9.00’da salondaki masasına, bilgisayarının başına geçiyordu. Şirkette ikinci yılını doldurduğu gün Fırat beyin “Güvenilirlik, artan performans, takım oyunculuğu” sözlerini hatırladı. Şimdi her şey bambaşka bir seyir izliyordu.
    Fırat  Bey gece gündüz demeden ondan ara rapor istiyor, ekran başında olmaya zorluyor, sürekli toplantılar yapıyor, performansını sorguluyor, uyarılarda bulunuyordu. Yemek molası için bile fırsat bulamıyordu. 
    Asıl canını sıkan da tehditkâr ses tonu, amirane tutumuydu. Fırat Bey gitmiş başka biri gelmişti. Ofisinde çalıştığı süreden çok fazlasını evde yapıyordu. Anne ve babasının desteği olmasa ne yapardı…Evli ve çocuklu olup da evden çalışanların vay haline diye düşündü…
    Tüm olumlu ilişkiler salgın öncesindeki dünyada kalmış gibiydi. Bir yanda ev dışında siyasi otoritenin düşündürücü kararlarıyla kısıtlanan yaşam ve yasaklar, öte yanda evde Genel Müdürün baskıları altında George Orwell’in “Büyük Birader Sizi İzliyor” kitabının sayfaları arasında hissediyordu kendini. 
       Mutasyona uğrayan yalnızca Coronavirus değildi…Liderlik ve güvenin de mutasyonu söz konusuydu. Bu iki kavramı yeniden tanımlayarak çekingen, kuşku verici, distopik bir dünyada var olmayı ve başarılı olmayı öğrenmek zorundaydı. 



100.  “Dar Alanda Kısa Pas”

    Koridorun sonundaki odasında sırtını duvara yasladı. Yatağın baş kısmına dayadığı bastonu aldı. Yüksek sesle:
“Hadi bakalım 90’lık yaşlı kurt dışarıda Azrail kol geziyor, düş yola!”
    Adımlarını saymaya başladı.”35” dediğinde salonun penceresine kadar gelmişti. Oracıktaki koltuğa oturdu bir süre. Akşama doğru kızı ve damadı gelmeden bu yürüyüşü tamamlaması gerekiyordu. Kızına söz vermişti. Koltukta otururken duvardaki tablo dikkatini çekti. Eşinin yıllar önce aldıklarından biriydi. Resimde bir parkın bankında oturan bastonuna dayalı yaşlı adam dikkatini çekti. Seyrek de olsa parkın yürüyen, koşan insanları vardı. Sisli puslu bir havada ne arıyordu orada bi başına? Gözlüğünü düzeltip resme iyice yaklaştı. Biraz daha geride kendi gibi bastonuna dayalı bankta oturan bir kadının siluetini gördü. Daha önce onu fark etmemişti. İşte “Yalnızlık “diye söylendi. Eşinin o yıllarda neden böyle bir resme para verdiğini düşündü. Büyük ihtimalle bi başına kalmanın ne anlama geleceğini düşünmüştü. O gitmiş kendisi parktaki yaşlı adam olmuştu.
    Tekrar adımlamaya başladı. Koridordan sağa dönüp mutfağa kadar gitti. Balkon kapısına dayandı.”45” adım olmuştu. 
    Bu sefer de fırının yanında asılı tabloya göz attı. Paris gezisi sırasında sokak ressamlarından aldıkları Kırmızı Değirmen (Moulin Rouge) suluboya tablosuydu. İyice yaklaştı. Yağmurlu bir günde herkes şemsiyesini açmış koşar adım gidiyorlardı. Bir evsiz dikkatini çekti. Sırılsıklam olmuş duruyordu orada. Nasıl da fark etmemişti daha önce. “Gariban her yerde gariban” diye düşündü.
    Mutfaktan çıkıp dip odaya geçti. “58” adımdaydı. Yaklaşık 30 metre yürümüştü. Bunu 15 kere tekrarlamayı hedefledi. Böylece 450 metre yürüyerek kızına verdiği sözü tutacaktı. 
    Dış kapının girişindeki fotoğraf aklına geldi. Bi de ona bakmak istedi. Doktorun talimatına uyarak bir bardak suyu bitirdi. Girişe kadar gidip fotoğrafın önünde durdu. Bu arada adımlarını saymayı unutmuştu. Gerisin geriye gidip fotoğrafın önüne geldi. Gülümseyerek 22 adım daha ekledi.  80 adım olmuştu. 
    Siyah beyaz fotoğraf deniz kenarında kordon boyunda çekilmişti. Deniz hatlarının yolcu vapuru dalgalı denizde geçiyordu oradan. Balıkçılar kısmetini arıyordu sıra sıra. İnsanlar banklarda oturmuş seyrediyorlardı. Bazıları güvercinlere ve martılara yem veriyorlardı. Ekmek kavgasını kazananlar martılardı…Güvercinler geride kırıntılarla yetiniyorlardı. “Güçlü ve hızlı olan hep kazanır” diye söylendi.
    Yorulduğunu anladı. Salondaki babadan kalma koltuğa doğru yürüdü. Adımlarını saymayı unutmadı. “90” adım… Kendini koltuğa bıraktı…Kumandayla televizyonu açtı.  İktidar temsilcisi parlak ekonomiden, 65 yaş üstüne uygulanan yasaklardan söz ediyordu… Bir “yuh!”  çekip gözlerini kapattı. Parkta, Paris’te, kordon boyunda gezintiye çıktı eşiyle…
    Akşama doğru kapının zili çaldı. Kızı babası biraz hareket etsin diye genelde zile basıyor babasının açmasını istiyordu. O gün açan olmadı. İçeri telaşla girdiler. Baba koltukta uyuyordu. Baston yere düşmüştü. Sağ elinde 90 yazılı bir kâğıt vardı. Hafifçe omuzuna dokundu.
“Babacım iyi misin?”
………


101.  “Mesaj”

    Toplantı salonuna geldiğinde katılımcılar çoktan yerlerini almış onu bekliyordu. Sıcak bir “günaydın” sonrası elinde olmayan gecikme için özür diledi. Erken saatlerde yolu kapatan bir trafik kazasının günün kalanını da kapatmasına izin vermeyeceğini söyledi. 
Birkaç dakika içinde bilgisayar projektör ve ekran hazırdı.

“Arkadaşlar bugün ele alacağımız konuya geçmeden önce sizden bir şey rica edeceğim.”
“Herkes önündeki kâğıda bir fil resmi çizebilir mi? Bunun için 5 dakikanız var!” 
    Gruptan çeşitli itiraz sesleri geldi:
“Resim becerim yok, hiç fil çizmedim, yapamam ki” gibi sözler mırıldanıyorlardı.

    Eğitmen :
“Küçük yeğeniniz, sizden bir fil çizmenizi isteseydi, yapamam mı derdiniz? 
Hayvanat bahçesinde, en azından TV belgesellerinde görmüşsünüzdür. Hafızanızı yoklayıp kâğıda geçirebilirsiniz!”

    Süre dolunca eğitmen çizilen resimleri diğerlerine göstermelerini söyledi. Sınıfı bir kahkaha fırtınası kapladı. Fareye, eşeğe benzetenler çoğunluktaydı. Çok az kişi hortumuyla file benzeyen resim çizmişti.

“Arkadaşlar çizimler için teşekkür ederim. Şimdi bir video izleyelim. Daha sonra bu uygulamayı değerlendiririz.”
    Video 4 yaşındaki fil Suda’nın Tayland’daki Chiang Mai, kampındaki gösterisiyle ilgiliydi. Suda hortumunu kullanarak tuttuğu fırçayla kendi resmini çizip ismini yazıyordu. Ortaya mükemmel bir fil resmi çıkmıştı.Katılımcılar videoyu hayretler içinde ağzı açık, sessizce  izledi.
    Eğitmen salonu süzdü. 
“Eminim söyleyecek bir şeyleriniz vardır!”
    Birkaç kişi ardı ardına söz aldı.
“Fil kadar aklımız yokmuş!”
“Hocam bize kötü yerden vurdunuz!”
“Kendimi geri zekalı gibi hissettim”
    Eğitmen hayal kırıklığı içindeki grubu sabırla dinledi. Arkadaşlar kendinizi kötü hissetmeniz için bu videoyu göstermedim.
    Bir fil eğitmeninin sabrını, eninde sonunda öğrenmenin mümkün olduğunu, bunun herkes için geçerli olduğunu anlatmak istemiştim. 
    Şimdi bu olayın gerçek mesajı için bir kez daha düşünmenizi rica ediyorum.



102.  “Sohbet”

                       Ayakları onu gecenin sisiyle gecekondu bacalarından çıkan dumanın birleşerek ortalığı kör ettiği  parka getirmişti. Ağır kokudan nefes bile almakta zorlanıyordu.         Park lambasının loş ışığına doğru ilerledi. Hemen oracıkta  eskimiş, sağı solu dökük bankı gördü.  Yalnızlığını giderecek bir oturanı olsun diye bekliyordu sanki. Kimsecikler yoktu etrafta. Derin bir sessizlik sinmişti. 
Yorgun ve bitkindi.  Giysileri ona ait değilmiş gibi oradan buradan sarkıyordu.  
    Şöyle bir durdu bankın önünde. Bir reveransla selamladı onu.

“Merhaba bank kardeş! Sen de mi bir çift laf edecek birini bekliyordun?”

    Bankın sağlam yerini seçerek oturdu. Kollarını iki yana açıp geriye yaslandı. Birkaç çatırdama sesi gelse de aldırmadı.

“Benim kimsem yok. Babadan kalma bir göz odada dişimin kovuğuna yetmeyen bir emekli maaşıyla yaşıyorum. Buna yaşamak denirse… Ya o maaş da olmasaydı diye düşününce de kendime kes sesini diyor sağ elimle yanağıma bir şaplak atıyorum!”

“Eee anlat bakalım. Senden ne haber. Gecenin bu vaktine kadar kimler geldi geçti?”

“Ne yapıyon oğlum…Bakırköy yolcusu musun nesin?"

    Uzaktan havlama sesleri geldi. Ona başkaları da katıldı. Bir süre devam etti bu koro…

    Ortalık yeniden sessizliğe büründü.

Tebeşir yutmuş gibi bir ses:

“Merhaba Yolcu! Hoş geldin!”

    Adam yerinden fırladı şaşkınlık içinde. Sağına soluna, bankın altına, arkasına baktı. Kimsecikler yoktu.

“Bir bu eksikti. Sağlam kalan bir kafam vardı. O da gitti sanırım…”

“Korkma! Benim ben. Üzerinde oturduğun Bank”

    Adam bir süre gözlerini kapattı. Ne oluyor diye düşündü. İçinden "Sakin ol oğlum ! İlacını da aldın."

    Bank söylendi: “İşte bu nedenle oturanlarla konuşacak cesaretim olmuyor. Kimse benimle sohbet etmiyor!”

Şaşkınlığı geçince Bank'a seslendi:

“İznin olursa yeniden oturabilir miyim? Malum çok sık rastlanan bir sohbet değil!”

“Ben üzerine oturulması için varım. Bunu kabullendim ve bu hizmetimden memnuniyet duyarım.”

    Adam ağzı açık bu sözleri dinledi.

“Peki o zaman bana neler anlatacaksın?”

“Bugün işler kesattı.”

“Ne demek bu şimdi?”

“Yani bugün oturanlar canımdan bezdirdi beni."

" Eşini salgında kaybetmiş biri ağladı durdu. İki genç tahtalarıma futbol takımlarının adını kazıdı. Biraz canımı yaktı bu. Sonra bir çift geldi. Kadın boşanmak istiyordu. Adam bıçağı çıkardı kadının çenesine dayadı: “ya benimsin ya toprağın “dedi.”

“Vay canına! Bugüne kadar neler duymuşsundur kim bilir? Ben de komşu evdeki ailenin kavgalarından bıktım. Karı koca yetmiyor evdeki beş çocuk mola vermeksizin dalaşıyor birbirleriyle. Eve girmek istemiyor canım!”

“Sözünü böldüm. Asıl haberler sende…”

     Bank devam etti:

“Yaşlılar çok dertliydi. Salgından muzdariptiler. Çoluk çocukla görüşememekten. Toplum içinde kısıtlanarak görünmez duruma düşmekten yakınıyorlardı.”

"Aralarından ayrılan arkadaşlarından bahsedip geçmişi anıyorlardı”

“Peki bu tahtalarından ne istediler de bazılarını kırmışlar?”

“Patronuna kızmış bir işçi ve ev sahibinin kira artırımına isyan etmiş bir memur öfkesini benden çıkardı.”

“Zavallılar. Onları anlıyorum. Öfkelerini karşı tarafa gösteremeyince ya çöp tenekesini tekmeliyor ya da acısını  başkasından çıkarıyorlar. Bu sefer sana denk gelmiş!”

“Bak ası haberi vereyim. Bugün bir kadın ve bir erkek park  çıkışındaki kuyumcuyu soyma planları yaptılar.”

“Deme yaaa! Karakola haber vereyim.”

“Çocuk olma…Ne diyeceksin onlara? Parktaki Bank mı söyledi diyeceksin? Seni gönderecekleri yeri biliyorsun zaten…Hahahaha…”

"Hey sen!"

    Birden mahallenin bekçileri beliriverdi.

“Bir mahalleli sizin hararetli, hararetli konuştuğunuzu duymuş. Sahi  kiminle konuşuyorsun?"

    Öteki bekçi:

"Burada bir güvenlik sorunu var galiba! Şimdi anons edip seni karakola aldıracağım. Bu gece nezarette dinlenir kendine gelirsin."

  “Ama bekçi beyler…Bir dakika…Ben sadece…” diyebildi.


    
103.  “ÇEMBER”

                       

   Eve kapandığım ilk günü hatırlayamıyorum. Aslında hatırlamak da istemiyorum. Eşimi kaybettiğimden beri de yalnızım. Anne ve baba tarafından akrabalar da kalmadı. Onların çocukları, çocukların çocukları derken koptu bağlar. 
    Bir zamanlar bayramlarda, seyranlarda yılda birkaç kez bir araya gelip de  sıkı fıkı olurduk akrabalarla, yakın arkadaşlarla. Sonra iş peşinde koşarken görüşmek aklımıza gelmezdi.  Ev otel, iş her şeydi. Karşılaşınca da “aaa saçların dökülmüş, kilo almışsın, bu beyazlar da ne?” derdik. Sonra da: “ Uncudan geçerken bulaştı” deyip de kıkır kıkır gülerdik.  Bunlar uzun süre görüşmemenin dramatik itirafıydı aslında. Yoğunluk bahane, yalnızlık şahaneydi işte! 
    İş arkadaşlarımla nasıldık diye düşünüyorum…Bazen iş çıkışı takılırdık, türkü bar, pastane falan! Hafta sonları mangal muhabbeti. Birkaç duble aslan sütü. Hey gidi günler hey!  Meğer ne güzel günlermiş… Kıymetini bilemedik.
    Her şey değişti. Çoğu insan diğerleriyle ve doğayla bir kopuşun içine girdiğinin farkına bile varamadı.
    Evlendim de ne oldu. Çocuk yapmaya vaktimiz bile olmadı. 
Sonra yıllar anlamadan su gibi aktı gitti. Emeklilik geldi çattı. Keyfini süremeden dağ gibi adam birkaç haftada eridi gitti. Asıl yalnızlık öyle başladı. Evde yaşamayı o günden sonra öğrendim. 
    Benim dünyamda ne mi var? Sağlık ocağı, yakında mahalle bakkalı,  süt, meyve, sebze satan haftada bir uğrayan köylü, saçlarım çıldırtacak kadar uzayınca  hatırım için eve gelen emekli kuaför. Bir de arada sırada içinden geçtiğim küçük park. Ağaçları o kadar güzel ki her birine bir isim taktım. Onlar her mevsim  bir başka oluyor. Her birinde saksağan yuvaları var. Saksağanlar da yaşayacak başka bir yer bilmiyorlar sanırım…
    Belediye iyi bakıyor bu parka. Yaşıtlarımı görüyorum. Bankta otururken birkaç laf atıyorlar. Onlara kulak misafiri oluyorum. Çocukların, torunların, gelinin, damadın ziyaretlerine gelmediğinden  yakınıyorlar. Onların çemberleri benimkinden de küçük. Bezgin yaşlılığı hatırlatıyorlar diye kaçıveriyorum oradan. 
    Kocamdan kalan aylık ve emeklilik gelirim olmasa ne yapardım bilemiyorum. Dön gel 1840 adımlık  bir çember oldu dünyam. Eski komşular da yok artık. Çoğu göçtü gitti öbür tarafa ya da atadan kalma köylerine. Varlıklı olanlar yazlıklarına çekildi. Oradan buradan gelmiş komşular kuşattı etrafımı. Seni görünce konuşmamak için yön değiştiren kuşku dolu insanlar…Komşu sayılmazlar!
    Bu yalnızlaşmanın üstüne bir de salgın belası sardı dünyayı. Kapandı insanlar  evlerine. Benim için çok fazla değişen bir şey olmadı. Mecbur olanlar kelle koltukta gitti işlerine…
    Ne kadardır böyle? Bıraktım düşünmeyi. Kitaplarımla yaşıyorum. Ara sıra bir şeyler karaladığım bir defterim var. Üretkenliğimi hissettiriyor bana. El yazısını kullandıkça daha çok seviyorum. Çiçeklerim evladım gibiler. Onlarla sık sık sohbet ederim. Öyle bir coşarlar ki görmelisin!  Oldum olası TV izlemem. Tüplü televizyon bana bakar durur. Bir düğmesine bassam da çalışsam diye bekler garibim. Oda oracıkta yaşlandı kaldı. Radyo dinlerim. Kaset çalarım, pikabım var. Eşimden kalan kaset ve plak  koleksiyonu çok büyük. Dinlemeye ömür yetmez…
İşte evladım benim çemberim böyle…
Belediyeden gelen genç adam:
"Teyzecim eski güzel günlere döndük. Salgın geçeli yıllar oldu. Ben de o günleri filmlerden, kitaplardan, büyüklerimizden öğreniyorum. İnanılacak gibi değil! 
Ama siz neden o bahsettiğiniz çemberden dışarı çıkmıyorsunuz? Dışarıda yepyeni bir hayat var. İzin verirseniz sizi bir gün alıp göl kenarına götürmek isterim. Yaşıtlarınızla bir araya gelebileceğiniz etkinlikler düzenliyoruz. Sinemalar, tiyatrolar, konserler, sahiller, doğa  sizi bekliyor. Gezin, tozun, sağlığınız da yerinde görünüyor. Öyle değil mi?"
“Çok şükür kendimi götürüp getiriyorum evladım. Seni bana kim gönderdiyse ona de ki: 
Çizdiği çember onun dünyasıymış. Dışına çıkacak ne isteği ne de cesareti varmış.”
“Sen ıhlamurunu iç dünyana geri dön! Dediğin dünya benim gençliğimdeki gibiyse,  onu gözün gibi koru. Arkadaşlıklarını , dostluklarını besle ki büyüsün. Bakarsın umursamazlık ve talan yeniden boy gösterir, işte o zaman gün gelir bir çember de senin oluverir.” 

   


104.  “OBLAMOYVARİ”

Doğmamak için direndi de direndi.
“Burası rahat oraya gelmem!” diyordu sanki. Kasabanın doktoru her şey normal görünmesine rağmen bu durumu anlayamadı. Sonunda bir operasyonla bebek dünyaya adımını attı. Poposuna yediği şaplağa rağmen sesi çıkmadı.  Gerekli müdahaleler yapıldı. Nihayet sağlık ocağının duvarlarında öyle bir ciyaklama sesi duyuldu ki daha önce böylesi olmamıştı. Herkes derin bir nefes aldı.
“Müjde bir oğlunuz oldu” 
Bir ebe olarak sayamayacağı kadar bebeğin doğumuna şahit olmuştu. Bu sefer başkaydı ama…
Tüm sıkıntılı saatleri unutmuş kendinden bir parçayı kollarında tutuyordu. Onu  özenle göğsüne yasladı. Derin bir nefes aldı. Keşke çığ kazasında ölen eşi, anne ve babası bugünleri de görebilseydi. Gözünden inciler  döküldü birer birer. Yalnızlık duygusunu hemen üzerinden attı, bebeğine sarıldı. Artık hayata tutunmasına destek olacak güçlü bir amacı vardı. 
Adını Oblamoy koydu. Komşular o da nasıl bir ad diye sordu. Meğer savaş gazisi büyük büyük babasının adıymış. İlk fırsatta babasından kalan çiftlik arazisinin yarısını satarak çalışmasa da yaşayacağı bir servet sahibi oldu. Diğer yarısını da çiftçilere kiralayarak düzenli bir gelir elde etmeye başladı. Ama gene de ebeliğe devam etti.
Oblamoy annesinin her anını gözetlediği bir dünyada buldu kendini. Bir dediği iki edilmedi. Annesi köylerdeki her doğuma onu da taşıdı. Oblamoy çığlıklar, inlemeler ve bebek ağlamaları arasında büyüdü. Önceleri her sese şu veya bu biçimde tepki verirken artık kanıksamıştı. Mışıl mışıl uyuyordu.
Annesi Oblamoy’u  okula sürükleyerek götürdü yıllarca. Derslerde çok başarılı olmasına rağmen diğer çocuklarla kaynaşmıyor, ders zili çaldığında tuvalet dışında yerinden kıpırdamıyordu. Grup oyunlarına hiç katılmadı. Annesi öğretmenlere ısrar etmemelerini rica etti. 
  Oblamoy eve gelince odasına çekiliyor, yatağına uzanıyor, tavana bakarak hayal ettiği insanlar, yaratıklarla hikayeler oluşturuyor onlarla konuşuyordu. Şehirler kuruyor, savaşlar kazanıyordu. Sonra da sızmış gibi uykuya dalıyordu. Kitap okumaya bayılıyordu. Tüm klasikleri bitirmişti. Evde kitapları koyacak yer  kalmamıştı. Annesi onu böyle kabul etmişti. İleride herkes gibi o da bir iş sahibi olacak diye hayal ediyordu.
Yatak, mutfak, banyo, tuvalet, köyün hemen girişindeki okul arasında yıllar geçti. 
Annesinin yoğun baskısıyla diğer kasabadaki muhasebecilik okuluna gitti. Okulu bitirdiği gün annesi derin bir nefes almıştı. Komşunun kasabadaki ofisinde çalışmaya başladı. Buna çalışmak denirse… Köy ve kasaba arası otobüsle 20 dakikaydı. Oblamoy’un her gün  işe gidip gelmesi o kadar zoruna gidiyordu ki bunu her fırsatta ifade ediyordu. Patronu da annesinin hatırına katlanıyordu. 
Oblamoy parlak bir fikri olduğunu söyledi patronuna. Evden çalışırsa daha verimli olacakmış! Bunu nasıl sürdüreceğini ince ince anlattı. Patronun yardımcısı tüm evrakı otobüse verecek o da evin önünden geçerken  alacaktı. Hatır için patronu buna da razı oldu.
Oblamoy her sabah duş alıyor, takım elbisesini giyiyor, düzenli kahvaltısını yapıyordu.  Neredeyse tüm zamanını odasında geçirmeye, parlak fikirler üretip yazmaya devam etti.  Patronuyla da paylaşıyordu bu fikirlerini ara sıra. Zaman su gibiydi… 
O yıl ülkeye öyle bir salgın musallat oldu ki ölen ölene. Anne de patronu da bu çaresiz hastalıktan kaydı gitti. Oblamoy muhasebe işini bıraktı. Miras kalan servet ve çiftlik kirasıyla geçim sorunu yaşamadı. Çiftlik kahyasının karısını yardımcı olarak tuttu. Kadın ara sıra eve geliyor temizlik, yemek, çamaşır işlerini yapıyordu. Oblamoy ona aklına gelen parlak fikirleri anlatıyor, iş kuruyor, ihracat yapıyordu. Elbette lafta!
Oblamoy için hayat yatağa sığmıştı. Hem de fazlasıyla! Günlük kullandığı her şeyi yatağın çevresine yerleştirmişti. Atıştırmalıklar, meyveler, kitaplar, proje dosyaları, yatak tepsisi, lambalı radyo, havlu, kalem kutusu, dosya kağıtları daha neler neler…Odanın temizlenmesinde en çok zorlanan kahyanın karısıydı. Oblamoy ona dokunma, buna dokunma, şöyle yap burayı temizle diye öfkeli davranıyordu. Sonra da bu sert davranışından ötürü özür diliyordu… Kadın buna alışmıştı hiç umursamıyor işini yapıyordu.
Oblamoy odasının  penceresinden nadir olarak dışarıya bakardı. Tesadüf ya bir ara başını çıkarıp da etrafa bakacağı tuttu.  Pencereden gördüğü komşu kızına o anda aşık oluverdi. Yaşı 45 olsa da içindeki kıpırtılar onu heyecanlandırıyordu. Komşu kızıyla pencereden konuşmaya başlaması aylar aldı. Başladıktan sonra da hayallerini kıza anlattı da anlattı. Komşu kızı bu entelektüel adama karşı duygularından bir türlü emin olamıyordu. Nereye vardı bu Oblamoy tarzı flört dersiniz. Sıfır elde var sıfır. Komşu kızı onu tembellerin kralı ilan edip bir daha konuşmadı. Oblamoy aylarca yaşadığı depresyondan çıkamadı…
Yıllar yılları kovaladı…
Kâhyanın karısı bir gün eve geldiğinde onu yatakta ebedi uykusuna dalmış olarak buldu. İşe gidecekmiş gibi takım elbiselerini giymişti. Sağında solunda çok sayıda kâğıt vardı. El yazılarıyla, çizimlerle, hiçbir zaman gerçekleşmeyen projelerle doluydu.
Bir ömür Oblamoyvari böyle geçip gitmişti.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Büyüklere Masallar

Kuş Sesleri ve Kebap