Büyüklere Masallar
Uyarlamalar ve özgün masallar:
27. "Dokuz köyden..."
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde develer tellal, pireler berber iken ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken dağların, çöllerin, göllerin ardında bir ülke varmış…
“Nereden nereye geldik şu halimize bakın! Ne bir suç işledim ne bir komşunun tavuğuna kışt! dedim. Bana karşı neden çıkışırsınız anlamam mümkün değil!”
Ateşin etrafında toplanmış kalabalığın olduğu meydana
gelince herkes alkışladı. Başını hafifçe eğerek selamladı. Kendisine ayrılan
koltuğa oturdu. İkram edilen bir bardak suyu içtikten sonra başladı anlatmaya:
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde develer tellal,
pireler berber iken ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken denizlerin
ötesinde bir ülke varmış. Buranın kralı ülkesini uzun yıllar o kadar iyi
yönetmiş ki halkı için barışçı kral olarak dilden dile anlatılır olmuş.
Kralın çocuğu olmamış. Eşini de uzun yıllar önce kaybetmiş. Halk, kral ölürse
yerine tembel kardeşinin geçeceğini bildiğinden endişe içindeymiş.
Düzenli olarak ülkeyi karış karış gezerek halkın dertlerini dinleyen kral gün
gelmiş planladığı geziye çıkmamış. Halk ne olduğunu merak ediyormuş. Saraydan Barışçı
Kralın bilinmeyen bir dertten kurtulamadığı duyurulmuş. Halk buna inanmamış. Söylentiler
almış yürümüş…Halk kralı zehirlediler diyerek şehir meydanında toplanmış.
Askerler bu eylemi şiddet kullanarak vahşice bastırmış. Çok sayıda gösterici
zindana atılmış. Ülke yasa bürünmüş.
Halk yanılmamış. Kralın kardeşi saray içinde komplo kurarak kralı
zehirlemiş. Taç töreni sonrasında da ülke yönetiminde deneyimli olan herkesi
kovmuş. Onların yerine hazine, ordu, tarım, ticaret, inşaat, sağlık ve eğitimle
ilgili görevlere kraliçe olan eşini, büyük- küçük çocuklarını, yaverini,
kahyasını, bekçisini, baldızını ve damadını getirmiş. Bunların hiçbirinin
krallığın yönetiminde deneyimi yokmuş.
Yeni kral Barışçı Kralın izlerini tüm ülkeden silmek için harekete geçmiş. Onun
hakkında övgü dolu hikayeleri yasaklamış. Resimlerini kaldırmış. Üstüne üstlük
uydurma hikayelerle onun halk arasında anıtlaşan kimliğini yok etmeye çalışmış.
Ama halk gizli gizli Barışçı Kralı anlatmaya devam etmiş…
Aklı fikri geçmişin izlerini silmede olan kral aile ve yakınlardan oluşan
yönetim ekibini başı boş bırakmış. Ne mi olmuş?
Ülkenin ormanları talan edilmiş, madenleri yağmalanmış, lüks harcamalarla
hazine boşalmış. Hazine boşalınca kralın aklı başına gelmiş. Yönetimden sorumlu
tüm aile ve yakınlarını acilen toplantıya çağırmış.
Hazineden sorumlu eş: “Hazine dairesinde altın, gümüş kalmadı kralım,
sevgili eşim!”
Kral bunları duyunca çok öfkelenmiş. Hazine sorumlusunu kovmak istemiş ama
söz konusu olan eşiymiş ne yapsın ki?
“Avantaları da vergileri de artırın!” diye kükremiş.
Sırasıyla ordu, tarım, ticaret, inşaat, eğitimden sorumlu diğer aile
üyeleri, hısım akraba söz almışlar. Hepsinin açıklaması özetle:Kesilecek ağaç, çıkarılacak maden kalmamış. Aileler çocuklarını okula
göndermemek için elinden geleni yapıyormuş. Tarımda çiftçiler elindeki her şeye
el koyulduğu için ekmemeye, hayvan yetiştiricileri besiden vazgeçmeye,
tüccarlar çok fazla komisyon istediği için kraliyete karşı çıkmaya, ordu
komutanları yönetimde daha fazla söz sahibi olmak istedikleri ve talan için
çevre ülkelere saldırmaya başladığı şeklindeymiş.
Kral bu sözler üzerine açmış ağzını yummuş gözünü ne gelirse söylemiş. Nafile
bağırmış çağırmış. Hepsi ailesi, yakını ve akrabasıymış.
Kral: “Kendinizi kurtarmak için Günah Keçisi olacak memurlar bulun! Onları halka teşhir edin! Ekonomideki kötü
gidişin sorumluları olarak ilan edip zindana atın!” diye talimat vermiş.
Korkuyla sindirilen halk ekmek derdine düşerek uzun yıllar süren sessizliğe
bürünmüş. Kraliyet yağmacıların elinde, akrabalarla zenginliğin paylaşıldığı, komşu
ülkelerle savaş halinde, yoksulluğun kol gezdiği karanlık bir döneme girmiş.
Masal da burada bitmiş…
Masalı dinleyenlerden biri söz almış: “Masalcı Dede, bu ülkenin kaderi değişmemiş
mi?”
“Halk değiştireceğine inanmadıkça yaşadıkları kader olmaktan çıkar mı?”
Ayrıca kraliyet büyücüleri de yayınladıkları fermanlarla hırsızları kutsayan bir heykeli ülkenin her yerine dikmişler. Çalantora adı verilen bu heykelin yüzünde bir maske, sırtında bir çuval, çuvalın ağız kısmında altın şamdan ve paralar, gümüş kupalar varmış. Her ayın ilk haftasının son günü bu heykellerin önünde hırsızlıkların kutsandığı ayinler yapılıyor, başarılı hırsızlar ödüllendiriliyormuş.
Kral savaşın ülkeye verdiği zararı ihtiyarlar meclisi ve danışmanlarıyla birlikte ortadan kaldıracak tüm tedbirleri almış. Halkın yaralarını sararak geçmişi kısa sürede unutturmuş. Ülke gelişmeye devam etmiş. Herkes çok mutluymuş.
Bir süre sonra halkın tamamı yaşadığı yoksulluğu görmediği gibi refah ve zenginlik içinde olduğuna inanmaya başlamış. Öyle ki sofrasındaki kuru ekmek ona kocaman kızarmış bir hindi, yıkık dökük evleri de malikane gibi görünüyormuş.
Ne mi olmuş?
Şövalyeler ve büyücüler servetleriyle kaçıp başka ülkeye gitmiş. Halk isyan edip meydanlarda “yalancı zalim kral tahtı bırak” diye bağırmaya başlamış.
Kral tahtının tehlikede olduğunu anlayınca hazineden çaldığı altınlarla bir gece ülkeden kaçmış.
Halk temsilciler seçip onlar aracılığıyla da bir meclis oluşturmuş. Meclis her alanda uzman kişilerden ülkeyi yönetecek bir ekip kurmuş.
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde verimli topraklarla, nehirler, ormanlar ve göllerle kaplı bir ülke varmış…
Bu ülkede her mevsim çiftçi bayramı yapılır, çiftçiler ürünleriyle gelerek şenliklerde yarışmalara katılırmış. Kral da en lezzetli ürünü getirenlere ödüller verirmiş. Bu hep böyle gitmiş…
Şenliklere bir köyün halkı hiç çağrılmazmış. Neden mi?
Bu köy iki tepenin etekleri arasındaymış. Bunda ne var diyeceksiniz…
Doğusunda ve batısında yer alan tepeler ve çukurda olması nedeniyle, güneş köy üzerinde geç doğar erken batarmış. Köy günün büyük kısmında gölgede kalırmış. Yalnızca iki mevsim yaşanır, kış mevsimi çok uzun sürermiş. Böyle olduğu için toprakları verimsiz, insanları soluk tenliymiş. Köylüler kaç nesildir orada yaşadıkları için de başka yere göç etmemiş. Zaten göç için kralın izni gerekiyormuş. Köyden doğru dürüst ürün alınamadığı için tüccarlar ilgilenmiyormuş. Sarayın büyücülerinin de etkisiyle, kral köyün lanetli olduğuna inanıyormuş. Bu nedenle köyde yaşayanların köyün dışına çıkmalarını da yasaklamış.
Köyün yaşlı olmasına yaşlı ama çalışkan bir çiftçisi varmış. Bir gün herkesi meydana toplamış. Yüksekçe bir yere çıkıp:
“Köyümün yoksul insanları: topraklarımız verimsiz değil! Yaşadıklarımız bir kader değil! Bunu değiştirebiliriz.”
Kalabalıktan sesler yükselmiş: “Bunadı galiba”
Yaşlı çiftçi sözlerine devam etmiş: “Önce doğudaki tepeyi kazacağım sonra batıdakini. Onları tıraş edeceğim. Hesapladım. Böylece güneş daha erken doğacak daha geç batacak. Var mı benimle gelen?”
Herkes “bu adam deli” diyerek arkasını dönüp meydandan ayrılmış. Kalan birkaç yaşlı ona demiş ki: “Vazgeç bu sevdadan…Mucizelere yer yok bu dünyada”.
Yaşlı çiftçi: Mucize biziz haberiniz yok!” diye kükremiş.
Çiftçinin ailesi bile ona arka çıkmamış. Yaşlı adam ertesi gün eşeğine, katırına kazmayı küreği yükleyip doğu tepesine gitmiş. Başlamış kazmaya…”
Aradan aylar geçmiş. Köy halkı uzun bir süre ondan haber almasa da gözlerinin ucuyla doğu tepesinde bir değişiklik olacak mı diye merakla bakıyormuş.
Bir gün köyün içindeki en yüksek evde doğu tepesine bakan odaya bir ışık huzmesi düşüvermiş. Evdekiler heyecanla odaya toplanmış gözlerine inanamamışlar. Camdan bakınca ince bir ip gibi süzülen ışığın doğu tepesinin en yüksek noktasından geldiğini anlamışlar…Haber hemen yayılmış köye. Çocukların neşe dolu çığlıkları arasında ahali evin önünde sıraya girip üst kattaki odaya sızan ışığı görmeye geliyormuş.
Yaşlı çiftçi o gün her zaman olduğu gibi erkenden uyanmış. Çadırından çıkınca bir de ne görsün! Bütün köy halkı ellerinde kazmayla, küfelerle, eşekleri ve katırlarıyla doğu tepesinde onu bekliyor. Çiftçinin gözleri yaşarmış…
Hep birlikte başlamışlar kazmaya. Kazmışlar, taşımışlar toprağı, kazmışlar taşımışlar… Günler günleri, haftalar haftaları kovalamış…Tepe düzleşirken köy aydınlanıyormuş giderek. Güneşin ışıkları daha erken doğmaya başlamış köyün üzerinde. Yaşlı çiftçi ahaliye seslenmiş:
“Bizim de güneşimiz var artık! Ama işimiz daha bitmedi…”
Arkasından batı tepesini kazmışlar. Aylar sonra güneş daha geç batmaya başlamış köyün üzerinden. Çocukların yüzüne renk gelmiş. Sebze yetiştirmişler, bostanları olmuş, ağaçlar meyve vermiş, otlar büyümüş hayvanlara yem olmuş. Köy çiçeklerle kaplanmış. Toprak meğer ne kadar verimliymiş?
Kral lanetli dediği köylülerin gönderdiği lezzetli ürünleri görünce çok şaşırmış. Bunun nasıl olduğunu öğrenmek için yaşlı çiftçiyi saraya getirtmiş. Kral bu akıllı ve mücadeleci köylüyü saraya danışman yapmış. Büyücülerini de kovmuş. Köy üzerindeki tüm yasaklar kaldırılmış.
O köy o günden sonra her yıl şenliklerde tüm birincilikleri almış.
Köylüler ermiş muradına biz çıkalım kerevetine…
16. “Kral ve İnatçı İhtiyar”
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde ülkenin birinde yaptırdığı şatolarla, kalelerle, kemerlerle dillere destan olmuş bir kral varmış. Tahta geçtiğinden beri yaptığı tek şey gösterişli yapılarmış. Halkının nasıl yaşadığı umurunda değilmiş kralın. Güçlü bir orduyla da kraliyetini güvence altında tutarmış…
Öyle bir dönem gelmiş ki ülkede gösterişli bir yapı için yer kalmamış. Hazine de tam takır kuru bakır olmuş.
Ama gösteriş meraklısı kral durur mu? Bir sabah danışmanlarını, büyücülerini ülke haritasının etrafında toplamış. Ülkesinin doğusundan batısına dünyanın en uzun ve geniş taş yolunu yapacağını söylemiş. Bu yoldan deve ve fil kervanlarının geçeceğini, hayvan ticareti yapılacağını söylemiş. Yol kenarına hanlar, hamamlar yaparak kullananlardan altın, gümüş paralar ve yol vergisi alınacağını söylemiş.
Kralın harita üzerinde çizdiği yolun geçeceği yerlerin incelenmesine hemen başlanmış. İnşaat için de işsiz ve yoksulların karın tokluğuna çalıştırılması planlanmış.
Kralın adamları yol üzerindeki köy, bağ, bahçe ne varsa üç otuz paraya satın alınıp sahipleri kovulmaya başlanmış.
Gel gelelim ormanından, değirmeninden, deresinden, bağından ve bahçesinden vazgeçmeyen bir ihtiyar çiftçiye kralın adamları laf anlatamamış. Adam nuh diyor, peygamber demiyormuş. Kral deve ve fil kervanı sahiplerine verdiği sözler nedeniyle bu yolu tamamlamak zorundaymış. Yolun geçeceği başka bir yer yokmuş. Kral köpürmüş de köpürmüş. Sonunda tüm muhafızlarıyla ihtiyar çiftçinin karşısına geçip ona meydan okumuş.
İnatçı ihtiyar “Kral da olsan burası benim atalarımdan kaldı vazgeçmem!” demiş durmuş. Kellesini almak iki dudağından çıkacak bir söze bağlıyken, kral daha önce ona karşı çıkan kimse olmadığı için şaşırmış kalmış. Ne yapacağını bilememiş. İhtiyara ne verdiyse ikna edememiş.
İhtiyar çiftçi, kralı şöyle bir süzmüş:
“Yolu vadinin bu tarafından geçirirsen nehir ve derelerin yatağı değişir, orman yok olunca heyelan ve sel gelir, yolun yıkılır. Ha bunu da böyle bil!” demiş…
İhtiyarın bu inatçı direnişi tüm ülkeye yayılmış. Evini, bağını barkını ucuza kaptıranlar krala karşı ses çıkarmaya başlamışlar. Kralın muhbirleri halktaki bu tepkinin tehlikeli olabileceğini söylemiş. Büyücüler bütün hünerlerini kullansa da halkın dikkatini başka yöne çevirememişler.
Kral insafa gelmiş gibi davranarak, kesilen ağaçların yerine yenilerini dikeceğini, evini kaybedenlere yeni ev yapacağını söylese de dinletememiş. Öte yandan komşu ülkeler ticari çıkarları için kralın yaptıklarını dikkatle izliyorlarmış.
İnatçı ihtiyar şiirlere, öykülere konu olmuş. Yol inşaatı da yarım kalmış.
Kral ihtiyarı ortadan kaldırsa zalimliğiyle bilineceğini, söylentilerden yola çıkarak yolun uğursuzluğuna inanılıp kullanılmayacağını anlamış. Ama her şeyi göze alıp, tahtının gücünü kullanarak, ihtiyara suikastçılarını göndermiş. Zavallı ihtiyarı halk bir sabah uçurumun dibinde bulmuş. Herkes bunu kimin yaptığını iyi biliyormuş. Ancak kral, ihtiyar hakkında konuşanları zindana atacağını duyurarak yöre halkı susturulmuş.
Gelelim yolun hikayesine…
Kan, ter, ahlar vahlar arasında yol yapılmış. Ancak inatçı ihtiyarın gölgesinin yolda olduğuna ve uğursuzluk getireceğine inanıldığı için yoldan kimse geçmemiş. Kervan sahipleri de çevreden gelecek saldırı korkusuyla ticareti eski yoldan yapıyormuş. İlk kışın ardından vadideki heyelanlar ve sel baskınlarıyla yol hiç kullanılamaz olmuş. Daha da kötüsü bölgede oluşan dev çukurlar ve çatlaklar kralın sarayına kadar uzanıp sarayı da yıkmış.
Kral hatasını anlamış olsa da artık çok geçmiş. Doğa intikamını almış. Halk ise bunun ihtiyarın ahı olduğuna inanıyormuş…
Kraliyet basımevindeki kitaplarda kendini ne kadar övse de halk arasında kral kulaktan kulağa, dilden dile ülke tarihine zalim olarak geçmiş.
Yola ne mi olmuş?
Yıllar sonra tabiat kendini onarmış; yol otların, çiçeklerin altında kaybolmuş. Kraldan sonra tahta geçenler de yolun adını ağızlarına almamışlar…
Ancak halk her yıl ihtiyar çiftçinin arazisinin olduğu yerde büyüyen ulu bir ağacın altında toplanıp inatçı ihtiyarı anmaya devam etmiş.
15. “Bir Ağustos Masalı-Savunma”
Büyük mahkemenin yargıçlar kurulu, önlerine gelen dilekçeyi incelemektedir. Dilekçeyi yazan, gerekçeleri ve ekteki raporlarla yargılanma talebinde bulunmaktadır.
Sonunda, başvuruda bulunanın yeniden yargılanarak savunmasının alınmasına oybirliğiyle karar verilir.
Dilekçede yargılama sırasında avukat istenmediğinin notu düşülmüştür.
Mahkeme günü belirlenir. Salon hınca hınç doludur. Saati geldiğinde mahkeme salonunun haşmetli kapısı gıcırdayarak aralanır.
Mübaşirin sesi gelir: “Ağustos Böceği tekzip davası için mahkeme salonuna!”
Uzun bir yoldan gelmişçesine yorgun ama gururlu duruşuyla Ağustos Böceği mahkeme salonuna girer. İki taraflı koltuklar hınca hınç doludur. Kimler yok ki?
Başta karıncalar olmak üzere, çekirgeler, kelebekler, uğur böcekleri, arılar, hamam böcekleri daha birçok türün temsilcileri merakla ona bakmaktadır.
Ağustos böceği büyük kürsünün önüne kadar gelir. Tüm heyeti bir reveransla selamlar.
Mahkeme Yargıcı: “Bize, hakkınızda yazılanların tekzip edilmesi ve itibarınızın iadesi başvurusunda bulundunuz. Sizi dinliyoruz. Kürsüye buyurun.”
“Teşekkür ederim sayın yargıç ve mahkeme heyeti. Sözlerime şu alıntıyla başlamak istiyorum:
‘Ağustos Böceği bütün yaz saz çalmış, türkü söylemiş.
Kara kış birden bastırınca şafak atmış zavallıda.
Bir şey bulamaz olmuş yiyecek.
Koca ormanda ne bir kurtçuk ne bir sinek.
Gitmiş komşusu karıncaya…’ diye başlıyor Jean de La Fontaine Ağustos Böceği ile Karınca masalına…”
“Salonda bulunan tüm karıncaların ve diğer saygıdeğer böceklerin huzurunda türüme yönelik bu itibar kırıcı tembellik suçlamasını şiddetle reddediyorum!”
“Bizler yumurtasını bir ağacın taze dalı içine bırakan annelerimiz sayesinde, ağaç dalı içinde bir kurtçuk olarak dünyaya geliyoruz. Dört hafta boyunca ağaç dalının özsuyunu içerek besleniyoruz. Çok güçlü ön ayaklarımızla ve gagaya benzer ağzımızı kullanarak dalda açtığımız yarıktan toprağa düşeriz. Bu zorlu yolculuğumuzun başlangıcıdır. Toprağı kazarak ağacın dibindeki köklere ulaşırız. O köklerin özsularını içerek besleniriz. Sonra da bıkmadan ve usanmadan açtığımız tünellerle diğer köklere ulaşırız. Bu 17 yıl sürer.”
“Toprak altında ve karanlıkta geçen tam 17 yılın ne anlama geldiğini düşünmenizi ve bizi anlamanızı bekliyorum.”
Ağustos Böceği yutkunarak devam eder:
“Olgunlaştıktan sonra yeryüzüne çıkar güneşi görürüz. Kabuğumuz kalınlaşmıştır. Kanatlarımız olmasına rağmen uçamayız. Üzerimizdeki sert kabuğun yırtılması için birkaç gün güneşin altında sabırla bekleriz. Solunum yolumuz üstündeki sert iki kabuk ve kabuk üzerindeki ince bir zar, bu zara bağlı kaslar sesimiz olur. Vücudumuzdaki bu kasları, saniyede 500 kez hareket ettirerek 17 yıllık sessizliğimizi bozarız. İşte saz çalıp eğlendiğimizi sandığınız ses bunlardır. Aslında bu ses, gün yüzü gördükten sonra kalan dört haftalık ömrümüzde neslimizi devam ettirmek için eşimizi bulma çağrısıdır. Eylül geliyor ve ben hayata veda edeceğim!”
“Hakkımızda yazılanların sahibi artık aramızda yok! Nesilden nesile geçen bu masalın sona ermesini mahkemenizden talep ediyorum!”.
Karıncaların temsilcisi söz istedi:
“Bilgisizlikten doğan iddialar nedeniyle Ağustos Böceğini yanlış değerlendirdiğimizi anlıyor, bütün karıncalar adına ondan özür diliyorum.”
Mahkeme heyeti kısa bir süre odaya çekildi. Salondakiler gözleri yaşlı merakla bekliyordu.
Bir süre sonra mübaşir heyetin salona geldiğini duyurdu. Salon ayağa kalktı.
Yargıç söz aldı:
“Ağustos Böceğinin dilekçesine ek olarak sunduğu uzman görüşlerine ve ifadesine dayanarak hakkındaki tüm iddiaların geçersizliğine karar verilmiştir. Ağustos Böceğinin itibarı iade edilmiş olup sabrın ve azmin temsilcisi olarak kabul edilecektir. Bundan böyle masallarda karıncalarla olan ilişkisi de mahkeme kararıyla tekzip edilecektir”.
Salondaki bütün böcekler bu kararı hararetle alkışladı…
Mahkeme kapısında Ağustos Böceğinin yeni tanıştığı eşi bekliyordu. Ona hasretle sarıldı. Birlikte ağır ağır ağaçların arasında gözden kayboldular…
Jean de La Fontaine gerçekleri bilseydi, masalı değiştirerek, Ağustos’ta dramatik bir aşk masalına çevirir miydi?
Cevabı sizin hayal gücünüze bırakıyorum…
14. “Koca Başlılar ve Bir İşlem”
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde az gidilse, uz gidilse, dere tepe düz gidilse de kolayca ulaşılamayan uzak mı uzak bir ülke varmış…Netekim onların dediği olmuş…
Derin saray ekibi bir eğlence düzenleyip ülkenin 18 yaşındaki bütün genç kızlarını davet etmiş.
O akşam söylenildiği gibi yapmış. Bir de ne görsün “Beni baştan yarat!” yazılı bir tabelanın olduğu bir atlı araba bekliyormuş. Arabadan yaşlı adam ve üç kişi inmiş. Bunlar gezici bir tiyatro grubuymuş. Kinderella’yı bir sandalyeye oturtmuşlar. Saçını, makyajını yapmışlar, prenseslere layık bir elbise ve gümüşten ayakkabı giydirmişler…
“Beni baştan yarat!” ekibi konağın arka bahçe kapısında bekliyormuş. Kinderella düşürdüğü ayakkabıdan bahsetmiş. Ekip, “olan oldu” demiş…Diğer teki de ona bırakmışlar. Her şeyi aldıkları depoya götürmüşler.
Prens ve akıllı Kinderella saraydaki entrikacı grubu ve derin saray ekibini dağıtarak ülkeyi yönetmiş. Bir kız çocukları olmuş. Adını Miana koymuşlar. Miana sarayda değil halkın arasında yaşamış.
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, ülkenin birinde bir Kral yaşarmış. Ülkeyi o kadar kötü yönetiyormuş ki, söylediği her söz yalanmış. O kadar da aç gözlüymüş ki canı ne isterse onu yaparmış. Beğendiği araziye, tarlaya, mala, mülke el koyar, karşı çıkanları zindana atarmış. Ülkenin bir köşesinde kendi halinde yaşayan, herkesin çok sevdiği bir köylünün de canını yakmış. Her şeyini elinden almış. Köylü de çaresiz o diyarı terk etmeye karar verip yollara düşmüş. Günlerden bir gün karşısına ak sakallı bir adam çıkmış. Adam çıkınındaki ekmekten bir parça istemiş. Köylü de son kalan ekmeğini ona vermiş. Ak sakallı ekmeği yedikten sonra köylüye demiş ki:
Bir varmış bir yokmuş…Memleketin birinde Alim Baba isimli bir çerçi varmış. Eşeği üzerine yerleştirdiği bir tezgahla köy köy dolaşıp mal satarmış. Kap kacak, sabun, baharat, incik boncuk varmış tezgahında. Gittiği her köyün halkı Alim Babayı çok severmiş ve dört gözle beklermiş.
3. "Kadife Prenses ve Yedi Bilge"
Kendisine karşı çıkanları zindanlara attırmış. İnsancıklar sefalet içindeymiş. İsraf içinde yaşamaya ve ülkeyi de zorbalıkla yönetmeye başlamış.
Demokrazi’yi ülkenin en vahşi ormanındaki sarayına göndermeye karar vermiş.
Böyük ağaya ve çocuğuna yıllarca hizmet etti. Bağına, bahçesine gözünün bebeği gibi baktı. Yaşlanınca kapıya koydular kimsesizi… O da çıkınını aldı yollara düştü.
1.“Kırmızı şapkalılar”
Köy halkı eve kapanmış, salgının geçmesini bekliyormuş.
Yorumlar
Yorum Gönder