Büyüklere Masallar




İÇİNDEKİLER
Uyarlamalar ve özgün masallar:



27. "Dokuz köyden..."

       Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde develer tellal, pireler berber iken ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken dağların, çöllerin, göllerin ardında bir ülke varmış…
      Bu ülkenin kralı büyücü sözlerine çok önem verirmiş. Bu nedenle de kral her yıl büyük laf etme festivali düzenler, her büyücüye bir kese altın verip beğendiği sözleri sarayın çevresine ve ülkenin her yerine duvarlara yazdırırmış. Onun için her söz kanun hükmüymüş. Bu sözler bir araya getirilerek kralın kanunları adı altında uygulanırmış. Tüm anlaşmazlıklar bu sözlere dayanılarak  çözümlenir, cezalar buna göre verilirmiş. 
     Aileler çocuklarını bu sözlerle eğitir, sarayın büyücüleri tüm ülkedeki okullarda bu sözleri öğretirmiş. Halk da her lafın arasına büyücülerin sözlerini sıkıştırarak krala bağlı olduğunu gösterme yarışındaymış. Yıllar yılları kovalamış. Kralın ülkesinde insanlar doğru dürüst konuşamaz olmuş süslü sözler etmekten…
      Gel zaman git zaman diyar diyar gezen bilge bir dervişin yolu kralın ülkesine düşmüş. Çuvaldan yapılmış giysisi, uzun ak sakalları ve elinde dayanarak yürüdüğü uzun sopasıyla yaşlı derviş oradakilerin tuhaf bakışları arasında dere kenarına oturmuş. Çıkınından çıkardığı ahşap tası suya daldırıp kana  kana içmiş. Çocuklar yaşlı dervişin sakalını çekiyor, omuzuna, koluna dokunup kaçıveriyorlarmış. 
      Oradan geçen bir büyücü çocuklara:
“Aferin size her garip yabancıya böyle davranın ki o da kendine çekin düzen versin!”  
      Derviş de genç büyücüye dönmüş:  
“Çocuklar kendilerine güzel örnek olunmasından etkilenirler efendim!”
      Büyücü dervişin kendisine öğüt vermesine çok öfkelenmiş:
“Düşünmeden konuşmanın cezası sonradan düşünmeye mahkûm olmaktır!” 
      Derviş sopasına dayanarak ayağa kalkmış: 
“Öfke ile kalkan zararla oturur!” Eğri oturalım, doğru konuşalım!”
      O sırada etraf kalabalıklaşmaya devam etmiş. Üstüne üstlük büyücünün yanına daha kıdemli bir büyücü daha gelmiş. İkisi birden dervişe:
“Düşenin dostu olmaz! Sen kim oluyorsun?”
       Derviş:
“Dost kara günde belli olur!” Eğer beni düşen biri olarak  görüyorsanız dost musunuz düşman mı karar veriniz!”
       Dervişin bu hazırcevaplığı büyücüleri zor durumda bırakmış. Kendi aralarında konuşup heybelerinden fermanlar çıkarıp söz aramaya  başlamışlar. Kalabalığın da bu zıt sözler karşısında kafası karışmış. Dervişi destekleyen konuşmalar duyulmaya başlanmış. Büyücüler durumun kötü gittiğinden rahatsız olmuşlar. Kalabalığın arasındaki sarayın adamını yanlarına çağırıp kulağına kralın muhafızlarını çağırmasını söylemişler. 
        Daha sonra Dervişe dönüp: 
“Yüzü güzel olanın huyu da güzel olur bre yabancı! Sen çirkin mi çirkin bir insansın.”
      Derviş kalabalığı şöyle bir süzmüş:
“Yüzü güzel olanı değil huyu güzel olanı sevmek gerek! Benim huyumu suyumu bilmeden bu ne peşin hükümlülüktür!”
        Büyücüden kıdemli olanı Dervişe doğru bir adım atıp işaret parmağını sallayarak:
“Güvenme dostuna saman doldurur postuna! Sen ne bir dostsun ne de yüzün güzel…”
”Siz nasıl görürseniz görün ben sizin için dostum. Geçip giden garip bir dervişim. O nedenle dost acı söyler! Unutmayın ki tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır.”
       Genç büyücü atılmış:
“Lafla peynir gemisi yürümez!” La Derviş bak git işine!”
       Kalabalığın arasından öne çıkan yaşlı mı yaşlı kadın titrek sesiyle:
“Yüce büyücüler bu adam bir suç işlemedi. Söz etti o kadar…Eğer sizin sözleriniz güçlüyse onun susmasını sağlar değil mi?”
       Büyücüler bir yaşlı kadına bir Dervişe bir de birbirlerine bakmışlar:
“Her koyun kendii bacağından asılır nine…Hele çekil kenara bir de seninle uğraşmayalım!”
       Kadın başı önde kalabalığın arasında kaybolmuş.Dervişin sesi duyulmuş: 
“Yanılıyorsunuz birlikten kuvvet doğar! Bir elin nesi var iki elin sesi var!”
       Büyücüler koro halinde:
“Anlaşılan can çıkmayınca huy da çıkmayacak!”
       Bu tehdit karşısında Derviş: 
“Nereden nereye geldik şu halimize bakın! Ne bir suç işledim ne bir komşunun tavuğuna kışt! dedim. Bana karşı neden çıkışırsınız anlamam mümkün değil!”
      Büyücüler bu bilge adam karşısında laf yedikçe öfkeden çılgına dönmüşler.
“Bre yabancı sen nasıl bir ülkedesin bilmez misin? Bu ülkede bizim ağzımızdan çıkan her söz kanundur! Bize karşı her sözünle kabahatlerin çoğalıyor. Bu gidişle zindanı boylayacaksın!”
      Derviş pabuç pahalı da olsa sözleriyle büyücüleri dövmeye devam etmiş:
“Bir başkasının kabahati hakkında konuşmadan önce daima kendi çarığının içine bak! Ayrıca, cezalandırma gücün olduğu zaman affet ki, affın değeri olsun.”
      O sırada kalabalık dalgalanmış. 
“ Açılın!” diye gür bir ses duyulmuş. 
     Çelik zırhları ve kılıçlarıyla 10 kişilik muhafız gücü büyücülerin yanında esas duruşa geçmişler. Büyücüler keyif içinde: 
“Rüzgâr eken fırtına biçer! Atın şu deliyi zindana, haddini bilsin!” 
      Halk içinde büyük bir uğultu kopmuş. İtiraz sesleri yükselmiş. Büyücüler halkın tepkisinden korkarak kararı değiştirivermişler.
“Sınır dışına atın bu deliyi!”
     Derviş iki muhafız arasında derdest edilip götürülürken başını kalabalığa çevirip:
“Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar efendiler.”
     Kalabalık derviş gözden kaybolana dek alkışlamayı sürdürmüş.
   Derviş sınır dışı edildi mi, yoksa zindana mı atıldı bilinmiyor. Ancak o günden sonra herkes büyücülerin ettiği lafları, daha doğrusu kralın kitabını sorgulamaya başlamış. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmamış bu masal ülkesinde…



26. "Tersine Dünya"

Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde develer tellal, pireler berber iken ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken yüksek dağların ardında, ormanlarla ve vadilerle kaplı, cennet coğrafyaya yayılmış bir ülke varmış. Bu güzel ülkenin kralı çok sevilen kraliçeyle birlikte ülkesini huzur içinde yönetirmiş. Halk çok mutluymuş.  Çocuklar geleceklerinden endişe duymuyorlarmış. Ülke tüm kaynaklarıyla kendine yeterli olduğu kadar komşularına orman, tarım, hayvancılık, maden ürünleri ihraç edermiş.
Gel zaman git zaman Kral ve Kraliçe çok yaşlanmış. Unutkanlık her ikisinin de başına dert olmuş. Ülke yönetilemez hale gelince kraliyetin sözü geçen bilgeleri, tahtı devredecek çocuk da olmayınca, kralın kardeşini zorunlu olarak kral ilan etmiş.
Halk bu devir teslimden memnun olmasa da duruma razı olmuş. Merakla yeni kralın ülkeyi aldığı yerden daha ileriye nasıl taşıyacağını beklemeye başlamış.
Yeni kral önceki kralın başarısını kıskandığı için farklılaşma yollarını aramaya başlamış. Öncelikle saray bilgelerini emekliye ayırıp köylerine göndermiş. Onların yerine büyücülerden kurulu bir danışma meclisi oluşturmuş. Kral büyücülerine demiş ki:
“Bana öyle bir şey bulun ki halk her an benim varlığımı hissetsin, önceki kralı da unutsun!”
Büyücüler günlerce düşünmüş taşınmış. Aralarından birisi krala: ”Kralım bu sabah ayna karşısında tıraş olurken yansımamın tersine olduğunu fark edince aklıma geldi. Bundan yararlanarak herkesi normal hareketlerinin tersini yapmaya mecbur edelim diye düşündüm.”
Kral söyleneni anlamamış. Büyücü devam etmiş: 
“İnsanlar sokağa çıkınca her şeyi ters yapacaklar. Ata, eşeğe, katıra ters binecekler, şehir sokaklarında arka arka yürüyecekler. Yalnızca iş yaparken önlerine dönecekler. Böylece her anlarında sizi hatırlayacaklar!”
Bu fikir yeni kralın pek de hoşuna gitmiş. Farklılaşma adına çok güzel bir uygulama diye düşünmüş. Büyücülere hanedan üyelerini, saray çalışanlarını, komutan ve yardımcılarını, askerleri bunun dışında tutmalarını emretmiş. Şehrin her yerinde çığırtkanlarla kral fermanlarıyla yeni kurallar duyurulmuş. Aksine davranıldığında ağır cezalar verileceği de söylenince halk şaşkın ne yapacağını bilememiş. Uymayanlar zindana atılınca korku ülkeyi sarmış. 
Herkes evlerinden işlerine giderken ters yürümeye, binek hayvanlarına ters binmeye başlamışlar. Her durumda tersine yapmak o kadar zormuş ki insanlar kendilerini yaralamış, kaza yapmış, kırıp dökmüşler. Büyücüler saray ressamlarına çizimlerle tersine dünyayı anlatan resimler çizdirip halka dağıtmışlar, meydanlara bu resimleri asmışlar. Kraliyetin bütün derdi hangi durumda nasıl tersine davranılır, hangisi kurala uygun hangisi değil tartışmasıymış.  Büyücülerin arasında da farklı görüşler yayılmış. Bu sefer de her büyücü kendisinin söylediği tersine kuralların doğru olduğunu ileri sürüp  izleyen taraftar grupları  oluşturmaya başlamış. Öyle bir zaman gelmiş ki halk da tersine dünyanın tüm işlerinde bölünmüş. Ortalık karışmakla kalmamış, işler de bir türlü istenildiği gibi gitmiyormuş. Kralın koyduğu vergiler de toplanamıyormuş.
Bir süre sonra kral sokaklara çıkıp durumu gözleriyle görmek istemiş. Bir de bakmış ki yol kenarlarında toplanan kalabalıklar arkalarını dönerek alkışlıyorlar. Kral öyle öfkelenmiş ki Baş büyücüyü azarlamış: “Bu ne rezalet ben herkesin kıçını mı göreceğim?”. Büyücü af dilemiş, bu durumu çözeceğini söylemiş. 
Saltanat arabasının üstüne kocaman bir zil yerleştirmiş. Duyurularla halka  zil sesini duyduklarında kralın geldiğini anlayıp  dönerek selamlamaları gerektiğini belirtmiş. 
Günlerden bir gün komşu ülkenin gezici tiyatro ekibi araba konvoyuyla şehre gelmiş. İnsanların ters ters  yürümeleri gariplerine gitmiş. Ekip üyeleri gülmekten kırılmış. Gösterileri için duyuru amacıyla arabalarının üzerinde bulunan zili çalmaya başlamışlar.
Halk kral geliyor diye dönmüş. Devriyedeki askerler şaşırmışlar. Kılıçlarını çekip halkın üzerine yürümüşler. Zil  çaldıkça halk yola doğru dönüyor askerler müdahale ettikçe arkalarına dönüyormuş.
Durum garipleştikçe garipleşmiş. Tiyatrocular da ne olduğunu anlamamışlar. Daha sonra gerçek ortaya çıkmış. Askerler tiyatrocuları  halkı isyana teşvik ediyor diye zindana atmış. Bu olay duyulunca ülkenin her tarafında krala isyan edenler ellerine geçirdikleri zillerle düzeni bozuyormuş. Halk tersine yaşarken fırıldak olmuş. Sonunda kral tüm suçu büyücülerinin üstüne yıkmış, birkaç saray görevlisi ve komutan suçlu olarak ilan edilip hapsedilmiş.
O gün bugündür ülkede zil sesi yasaklanmış. Halkın eski haline dönmesi çok uzun sürmüş. Ülkenin zenginliği ve refahından eser kalmamış. Sonra ne mi olmuş?
İsyancıların davul ve trampet sesleri arasında halk kralın sarayına dayanmış. Bu baskılar karşısında kral tahttan feragat etmiş. Halk ülke yönetimine yaşlı bilgelerden kurulu bir heyeti getirerek eski normale dönüş adımlarını atmış. Tiyatrocular da gittikleri her yerde “Tersine Dünya “oyununu sahneleyerek gerçeklere yüzlerini dönmenin önemini nesilden nesile anlatmışlar.





25. "Kral Öldü Yaşasın Yeni Kral!"

    Masalcı dede ateşin etrafında toplanmış kalabalığın olduğu meydana girer girmez bir alkış koptu ki sormayın. Onları başıyla selamladı. Birden hiç kimse yokmuş gibi sessizleşti ortalık.  Dedemiz kendisi için ayrılan koltuğa oturdu. ikram edilen bir bardak suyu içtikten sonra başladı anlatmaya:
    Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde yüksek dağların, uçsuz bucaksız denizlerin ötesinde, ormanlarla kaplı bir ülke varmış. Zenginliği ve refahı yakalayan bu ülkenin insanları çok sevdikleri kralın yönetiminde mutlu yaşıyorlarmış. Bu mutluluk kral dahil, halkı o kadar rahata sürüklemiş ki kraliyet içinde büyüyen kötülüğü kimse görememiş. Kralın kardeşi ülkenin kaderini kendi çıkarları için örmeye hazırlanıyormuş.
    Bir sabah kralın sarayının olduğu şehrin sokaklarında  “Kral öldü yaşasın yeni kral!” sesleri yankılanmış.
    Eski kralın taraftarları işlerine giderken şok edici bu haber karşısında oldukları yerde donup, birbirlerine çaresizce bakakalmışlar. Kralın bir komploya kurban gittiğinden  herkes o kadar eminmiş ki bunu dile getirmeye kalkan birkaç kişi apar topar ortadan kaldırılınca sus  pus olunmuş.
    Bu öyle bir dönemi başlatmış ki bundan sonraki nesiller gelir gelmez ülkede yasaklar ilan eden yeni kralın masallarını dinleyecekmiş. Yeni kral ülkedeki zenginliği bir avuç insanda toplamayı amaçlıyormuş. Bir zamanların zengin ve refah içindeki ülkesinin  karanlık bir geleceğe yürüdüğünü görenler hazırlıksız, bölük pörçük yakalanmışlar eski kralın kaybına. 
    Karanlık bir geleceğe adım atıldığı nereden mi anlaşılıyormuş?
    Masalcı dede masala ara verip yeniden bir yudum su içmiş. Cebinden çıkardığı mendille ağzını silmiş.
    Dinleyenler ne söyleyeceğini merakla beklerken önce duyacakmış gibi gayri ihtiyari öne doğru eğilip kulak kabartmışlar…
    Dede devam etmiş:
    İnsanların bir araya gelmesinin, yeni kralın aleyhinde konuşmasının yasaklanması, küçük tüccarı, çiftçiyi, esnafı, köylüyü sıkıntıya sokan ağır vergiler, kral karşıtı bilge insanların, sokak sanatçılarının, şairlerin zindanlara atılması karanlığın boyutlarını gösteriyormuş.
    Bütün bunlar yetmezmiş gibi yeni kral konuşma dilindeki sözcüklerin bazılarını kaldırmış, bazılarına da  yasak koyup onları yeniden tanımlamış. 
Barış yerine itaat, mutluluk yerine sadakat, şüphe yerine koşulsuz inanç, muhalefet yerine destekleme, zenginlik yerine razı olmak, başarı yerine krala üstün hizmet ifadelerini kullanmak zorunlu kılınmış.  Bundan böyle herkes bu sözcüklerle konuşacak diye kraliyetin meydanlarına şövalyelerin koruması altında büyücüler tarafından kralın fermanları asılmış.
    Bu fermanlarda:
Hanedan, saray görevlileri, büyücüleri ve şövalyeleri her ne derlerse doğrudur, sorgulanamaz!
Kral için çalışmak ibadettir!
Savaşlarda kral için ölmek yüce bir görevdir!
Selamlamada sağ el yumruk yapılarak kalbin üzerine sert biçimde getirilecek ve  “Kralım çok yaşa” ifadesi kullanılacaktır!
Mutfak bıçakları dışındaki her türlü kesici ve silah sayılan alet teslim edilecektir. İş araçları saray görevlilerince onaylı olarak kullanılacaktır.
‘Özgürlük’ krala mutlak itaat demektir aksine davrananlar kraliyete ihanetten, başta kürek cezası olmak üzere, taşocaklarında ömür boyu çalıştırılacak, en ağır cezalara çarptırılacaktır!
Netekim bundan böyle 60-80 yaş orta yaş olarak kabul edilecektir!
Okullarda yalnızca kraliyetin onayladığı konular öğretilecektir?
Geçmiş kralların dağıttığı tüm tapular yenilenerek kraliyetin düzenlemesinden geçirilecek, krallığın ihtiyaç duyduğu arazilere, evlere el konulacaktır!
Tüccar, esnaf kazancının, köylü ürettiğinin yarısını krallığın toplayıcılarına teslim edecektir!
Her yıl yalnızca kralın tahta geçişiyle ilgili tören yapılacaktır! Diğer tüm törenler yasaklanmıştır!
Kadınların görevi ev işlerinde çalışmak, doğurmak ve çocuk bakmaktır! Erkekler evde kralın temsilcileri olarak sorumludur!
Güçlü ve kuvvetli gençler kraliyet muhafızı olarak yetiştirilmek üzere silah altına alınacaktır!
Bu böyle biline!”
    Yazıyormuş… Ayrıca fermanda herkesin mahalle büyücülerine giderek fermanı okuduğuna dair imza da vermesi istenmiş…
    Yeni kral, büyücüleri ve destekçileri muratlarına ererken, halk zulüm altında yıllarca çıkacağı kereveti beklemiş durmuş; onu kendisi arayacağına…
    Gel zaman git zaman halk kerevete çıkmak için önce karanlık dönemin sona ermesi gerektiğini öğrenmiş. Neyi var neyi yoksa ortaya koyup sarayın ve şatolardaki adamlarının baskısına son vermiş.
    Masal da yeniden yazılmaya başlamış…




24. "Ho Ho Hooo!"

    Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde dünyada krallıkla yönetilen irili ufaklı yüz ülke varmış. 
      Bu ülkeler tesadüf bu ya! Aynı  yıl aynı karakterde kralların ve ona yakın kervan, gemi, maden sahipleri, akraba, eş, dost zengin çevresinin eline geçmiş. 
İşin tuhaf yanı yeni krallar gaddarlıkta, aç gözlülükte, altın gümüş sevdasında birbirlerine o kadar çok benziyorlarmış ki savaşmak yerine  çıkar birliği içinde halklarını sömürmeyi tercih etmişler. 
Böylece  kendi ülkelerinin kaynaklarını diğerleriyle paylaşarak yağmalıyor, kişisel hazinelerini büyütüyorlarmış.
Her kral silah gücü yüksek askerlerden kurulu bir  orduya sahipmiş. Bu ordu başka ülkelere karşı değil, halkı susturmak için kullanılıyormuş. Kralın şövalyelerine ve askerlerine çok özel haklar, her ay altın ve gümüş paralardan oluşan maaşlar veriliyormuş. Küçük memur, zanaatkar, küçük çiftçi, köylü ve işçiler de köle hayatı yaşıyormuş. 
Dünya, bu gözleri doymayan kralların elinde kısa sürede o kadar hızlı yağmalanmış ki doğanın dengesi bozulmuş. Mevsimler değişmiş, seller, toprak kaymaları, depremler, kıtlıklar, bölgesel hastalıklar yaşanmaya başlamış. 
     Bütün bunlar en fazla yoksul insanları etkiliyormuş. 
     Kurtuluşu tüm dünyanın yoksullarının birleşmesinde gören bilge insanlar  kralların hafiyeleri tarafından yakalanıp tüm ülkelerin bir adada ortak inşa ettikleri hapishaneye gönderiliyormuş. 
     O sene  dünyayı saran bir salgın tüm ülkelerin insanlarını kırmış geçirmiş. Büyücüler bu hastalığa çözüm bulamamışlar. 
     Gerçek şifacıların çalışması da yasaklanmış. Hastalık saray ve yakın çevresine bile bulaşmış.        
     Bu felaketten ders çıkarıp da pişmanlık gösteren kral olmuş mudur dersiniz? Bazı krallar dünyayı biz bu hale getirdik diye itiraflarda bulunsalar da yoksul halk için bir türlü elleri hazineye uzanmıyormuş. Dillerindeki pişmanlık sözleri hazinedeki altınları sayarken havaya karışıp kaybolmuş.
Halkı kendi koşullarına razı etme görevini yürüten saray soytarıları ve büyücüler de tam kapanmaya gitmişler. Zenginler şehirlerden uzaktaki şatolarına çekilmişler. Askerler de ekonomiyi yaşatmak için katı kurallarla halkı çalışmaya zorluyormuş.
   Aslında bu derece kötü duruma düşen dünya halklarının tek neşesi her ülkede yaşayan Ho ho hooo! diyerek gezen kırmızı giysili Kış Dedeleriymiş. Bunlar el becerisi yüksek, sanatkâr yaşlılarmış. 
    Bir yıl boyunca çocuklar için hediyeler yapar onları yıl sonunda çocukların evlerinin kapısına bırakırlarmış. Çocuklar da gece  yarısından sonra kapıya çıkıp hediyeleri alır sevinç çığlıkları atarmış. İşte salgının kol gezdiği o yıl sonu gece yarısına doğru kış dedeleri yola çıkmışlar. 
    Korkunç bir ayazda her yer kar altındayken yeter ki çocuklar mutlu olsun diye hediyeleri dağıtmaya devam etmişler… 
Çocukların sevinç çığlıkları gecenin soğuğunda bir ateş gibi sarmış şehirleri.
Ertesi gün askerler her köşede karların arasında kırmızı giysili Kış Dedelerini, donmuş halde, ellerinde boş çuvallarıyla bulmuşlar.
    Yoksul halk Kış Dedelerinin kendilerini feda etmesi sonrası büyük bir uyanış yaşamış.  Zalimliğe karşı mücadele etmek ve dünyayı da talandan kurtarmak için birleşmekten başka çareleri olmadığına inanmışlar. 
     Kurtuluş için değişim rüzgârı tüm dünyayı sarmış…Halklar ermiş muradına zalim krallar kaçmış köşelerine…






23.  "Günah Keçisi"

    Ateşin etrafında toplanmış kalabalığın olduğu meydana gelince herkes alkışladı. Başını hafifçe eğerek selamladı. Kendisine ayrılan koltuğa oturdu. İkram edilen bir bardak suyu içtikten sonra başladı anlatmaya:

    Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde develer tellal, pireler berber iken ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken denizlerin ötesinde bir ülke varmış. Buranın kralı ülkesini uzun yıllar o kadar iyi yönetmiş ki halkı için barışçı kral olarak dilden dile anlatılır olmuş.

    Kralın çocuğu olmamış. Eşini de uzun yıllar önce kaybetmiş. Halk, kral ölürse yerine tembel kardeşinin geçeceğini bildiğinden endişe içindeymiş.
Düzenli olarak ülkeyi karış karış gezerek halkın dertlerini dinleyen kral gün gelmiş planladığı geziye çıkmamış. Halk ne olduğunu merak ediyormuş. Saraydan Barışçı Kralın bilinmeyen bir dertten kurtulamadığı duyurulmuş. Halk buna inanmamış. Söylentiler almış yürümüş…Halk kralı zehirlediler diyerek şehir meydanında toplanmış. Askerler bu eylemi şiddet kullanarak vahşice bastırmış. Çok sayıda gösterici zindana atılmış. Ülke yasa bürünmüş.
    Halk yanılmamış. Kralın kardeşi saray içinde komplo kurarak kralı zehirlemiş. Taç töreni sonrasında da ülke yönetiminde deneyimli olan herkesi kovmuş. Onların yerine hazine, ordu, tarım, ticaret, inşaat, sağlık ve eğitimle ilgili görevlere kraliçe olan eşini, büyük- küçük çocuklarını, yaverini, kahyasını, bekçisini, baldızını ve damadını getirmiş. Bunların hiçbirinin krallığın yönetiminde deneyimi yokmuş.
Yeni kral Barışçı Kralın izlerini tüm ülkeden silmek için harekete geçmiş. Onun hakkında övgü dolu hikayeleri yasaklamış. Resimlerini kaldırmış. Üstüne üstlük uydurma hikayelerle onun halk arasında anıtlaşan kimliğini yok etmeye çalışmış. Ama halk gizli gizli Barışçı Kralı anlatmaya devam etmiş…

    Aklı fikri geçmişin izlerini silmede olan kral aile ve yakınlardan oluşan yönetim ekibini başı boş bırakmış. Ne mi olmuş?
Ülkenin ormanları talan edilmiş, madenleri yağmalanmış, lüks harcamalarla hazine boşalmış. Hazine boşalınca kralın aklı başına gelmiş. Yönetimden sorumlu tüm aile ve yakınlarını acilen toplantıya çağırmış.
    
Hazineden sorumlu eş: “Hazine dairesinde altın, gümüş kalmadı kralım, sevgili eşim!”
    
    Kral bunları duyunca çok öfkelenmiş. Hazine sorumlusunu kovmak istemiş ama söz konusu olan eşiymiş ne yapsın ki?
“Avantaları da vergileri de artırın!” diye kükremiş.
    
Sırasıyla ordu, tarım, ticaret, inşaat, eğitimden sorumlu diğer aile üyeleri, hısım akraba söz almışlar. Hepsinin açıklaması özetle:Kesilecek ağaç, çıkarılacak maden kalmamış. Aileler çocuklarını okula göndermemek için elinden geleni yapıyormuş. Tarımda çiftçiler elindeki her şeye el koyulduğu için ekmemeye, hayvan yetiştiricileri besiden vazgeçmeye, tüccarlar çok fazla komisyon istediği için kraliyete karşı çıkmaya, ordu komutanları yönetimde daha fazla söz sahibi olmak istedikleri ve talan için çevre ülkelere saldırmaya başladığı şeklindeymiş.

    Kral bu sözler üzerine açmış ağzını yummuş gözünü ne gelirse söylemiş. Nafile bağırmış çağırmış. Hepsi ailesi, yakını ve akrabasıymış.
    Kral: “Kendinizi kurtarmak için Günah Keçisi olacak memurlar bulun!  Onları halka teşhir edin! Ekonomideki kötü gidişin sorumluları olarak ilan edip zindana atın!” diye talimat vermiş.

    Korkuyla sindirilen halk ekmek derdine düşerek uzun yıllar süren sessizliğe bürünmüş. Kraliyet yağmacıların elinde, akrabalarla zenginliğin paylaşıldığı, komşu ülkelerle savaş halinde, yoksulluğun kol gezdiği karanlık bir döneme girmiş.
Masal da burada bitmiş…

Masalı dinleyenlerden biri söz almış: “Masalcı Dede, bu ülkenin kaderi değişmemiş mi?”

“Halk değiştireceğine inanmadıkça yaşadıkları kader olmaktan çıkar mı?”







22.  "Saklı Ada"

     Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde arkasını yüksek dağlara, önünü okyanusa açılan çok büyük bir koya dayamış bir ülke varmış. Mal mülk düşkünü, servetini ne yapacağını bilmeyen bir kral tarafından yönetiliyormuş.  
    Ülkenin krala ait çok büyük bir gemi filosu varmış. Bu nedenle en önemli işler denizle ilgiliymiş. Deniz ticareti, balıkçılık falan sanmayın! Ekonomi talana dayalıymış. Gemiler de savaş içinmiş…Korsanlıkla kazanılan altın, gümüş ve tüm ganimetler kral ve onun çevresini saranların zenginliğine zenginlik katıyormuş. 
    Korsanlıkla esir alınanlar mallarına el konulduğu gibi, en ağır işlerde karın tokluğuna çalıştırılıyormuş. Toplum kraliyet ailesi, korsan tayfası, zenginler, memurlar ve köleler olarak sınıflara ayrılmış. İşleri düşük gelirli memurlar ve onlara bağlı köleler yapıyor diğerleri zevk ve sefa içinde yaşıyormuş. 
Talancı kralın acımasız, saldırgan korsanlardan oluşan ordusu çok geniş bir bölgede deniz egemenliği kurmuş. 
    Gel zaman git zaman kral bu işlerden sıkılmış. Bir gün komutanlarını sarayın büyük salonundaki masanın etrafında toplamış. Masada bir harita varmış. Kral masanın üzerine çıkarak korsanlık alanını büyüteceğini söylemiş.  Ganimet kazanma dışında toprak kazanmanın da önemini anlatmış. Donanmanın başında kendisinin de olacağını söyleyince komutanlar heyecanla alkışlamış. 
     Uzun bir sefere çıkmak için gemiler hazırlanmış. 

                                                *
    Okyanusun ortasında kimsenin bilmediği adeta dünyadan saklanmış bir ada varmış. Bu adada insanlar balıkçılık yapar, tarım ve hayvancılıkla uğraşırmış. Kuş sesleriyle dolu yemyeşil adanın toprağı verimli, bitki örtüsü çok zenginmiş. Dünyanın hiçbir yerinde bu kadar çeşitlilik yokmuş. Adada şelalelerden tertemiz sular akar, göllerinde envaitürlü balıklar yaşarmış. Ada halkı birlikte barış içinde mutlu bir hayat sürüyormuş. Herkesin bir evi varmış. Çocuklar sağlıklı, neşe ve huzur dolu ailelerde büyüyor adanın bilge insanları tarafından verilen özel eğitimlere katılıyor çalışma yaşına gelince de kendisine gösterilen yerde işe başlıyorlarmış. 
    Ada yılların deneyimine sahip yaşlılardan kurulu ve topluluğa üretimde en çok katkı yapan gençlerden oluşan iki meclis tarafından yönetiliyormuş. Tüm kararlar şeffaf biçimde alınıyor, herkesin temsilciler aracılığıyla katılımı sağlanıyormuş. 
Bu adada insanlar hiç hastalanmazmış. Dış dünya ile temasları olmadığı için de dünyayı kırıp geçiren hastalıklardan eser yokmuş…
                                             **
    Ada halkı her zaman olduğu gibi sabah erkenden balığa çıkmak için sahile geldiğinde koyun ağzını kapatan dev kayıkları görmüş. Bu tür kayıklarla hiç karşılaşmamışlar daha önce. Aslında onlar talancı kralın korsan gemileriymiş. Silahları bile olmayan ada halkı küçük kayıklarla sahile çıkan tuhaf kıyafetli insanları şaşkınlıkla izlemiş. 
    Adanın en yaşlısı elini kalbinin üstüne koyarak reveransla selamlamış gelenleri. Barış dolu sözler mırıldanmış. Lakin kral yaşlı adama tekme atıp yere sermiş. Kılıcını yaşlı adamın boğazına dayamış. Herkesin toplanmasını söylemiş. Anlamadıklarını görünce de işaretlerle anlatmış. 
    Korsanlar gemide taşıdıkları domuz, keçi ve tavukları beslenmeleri için adanın zengin doğasına salıvermişler. Adaya çıkanlar sadece bunlar olmamış. Geminin fareleri, pireleri ve bitler korsanlarla birlikte adaya çıkmış.
    Olan olmuş…
    Şiddeti, tehdidi tanımayan ada halkı bu saldırganlığa karşı hiçbir şey yapamamış. Korkunun ne olduğunu öğrenmiş. Talancı kral bile kendisine direnmeyen bu barışçı insanlara şaşırmış doğrusu. Korsanlar adada ganimet bulamamışlar. Kral duruma çok sıkılsa da bu insanların yaptığı süs eşyalarına el koymayla yetinmiş. Ayrıca sahile korsan bayrağı dikerek adanın kendisine ait olduğunu ilan etmiş. Bir süre adada kalıp halkın yiyeceklerini yağmalamış ve evlerini de yıkmışlar.
    Ayrılırken her aileden genç kızları, güçlü kuvvetli olan erkekleri yanlarına almışlar. Aileler olan biteni çaresizce izlemekten başka bir şey yapamamış.
    Korsanların gidişinden birkaç hafta sonra ada halkı daha önce bilmedikleri hastalıklara yakalanmış. Şifacılar ne yaptılarsa tedavi edememişler. Çok geçmeden yaşlılarda gençlerde ölümler olmuş. 
    Ada halkı bu korsan işgalinde sadece canını vermekle kalmamış meyve bahçeleri, sebzeler, ağaçlar, çiçekler kurumuş, hayvanları kırılmış. Kuşlar ötmez olmuş. Cennet ada yaşayanları için tam bir cehenneme dönmüş. 
                                            ***
    Aylar sonra korsan kral adaya tekrar gelmiş. Yarısı yok olan ada topraklarını görünce de “salgın var burada” diyerek korkup geri dönüp gitmiş. 
    Ada halkı bu işgalden ne mi öğrenmiş?
    Kötülüğün ne olduğunu ve ona karşı birlikte direnmenin gerektiğini…
    




21. "Adam Arıyorum...Adam!"

    Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde yüksek dağların, uçsuz bucaksız denizlerin ötesinde bir ülke varmış. Ülkenin halkı mutsuz ve korku içinde yaşıyormuş.     Neden mi?
    Çünkü o ülkenin Kralı o derece kendini beğenirmiş ki başka hiç kimsenin onun aleyhine tek kelime bile etmesine izin vermezmiş. Gizli, açık sivil ve askeri özel birlikler oluşturmuş. Bunların tek görevi kral hakkında kötü söz söyleyenleri yakalayıp zindana atmakmış. Kralın adamları muhbirlere ödül olarak bir altın veriyormuş. Ülke o hale gelmiş ki herkes birbirinden kralın casusu diye şüpheleniyor, bir araya gelmekten kaçınıyormuş. 
    Kral ganimet peşinde ülkeyi o savaştan bu savaşa sürüklemiş. Halk erkek çocuklarını asker verdiği yetmezmiş gibi savaş bütçesi için krala elinde ne var ne yok teslim etmiş.
    Ülkenin bu durumuna çok üzülen bir bilge varmış. Yaşı hayli geçmiş bilge şehrin en kalabalık yerinde, köprü altında, onu seven insanların yaptığı küçük bir kulübede bir ekmek bir hırkayla yaşıyormuş. Bilge kulübesine gelenlere tıp, kimya, biyoloji, felsefe ve tarih alanında dersler veriyormuş. Kral bu bilgeden çok rahatsızmış. Ancak casuslar onun aleyhine kullanacakları bir delil bulamadıkları için zindana atamıyorlarmış.
    Kral savaşlar nedeniyle boşalan hazineyi yeniden doldurmak ve saltanatını sürdürmek için halk üzerindeki baskıları artırmaya devam etmiş. İnsanlar korkudan bilgenin yanına bile gelemez olmuşlar. Bilge bu duruma çok öfkelenmiş…
    Bir sabah erkenden her zamanki gibi ekmeği için çalışmaya gitmek üzere yollara düşen halk en kalabalık meydanda bizim bilgeyi görmüş. Çuvaldan yapılmış giysileriyle çıplak ayakla gündüz vakti elinde fenerle yürüyormuş. Herkes onun delirdiğini düşünmüş. Kralın muhafızları da yaşlı adama bakıp gülüyormuş. Halk ise çıt çıkarmadan bilgeyi izliyormuş. Meydan hınca hınç dolmuş. Ortada bilge, etrafında muhafızlar…
    Derken, taş meydanda “lak, lak, lak!” soğuk nal sesleri yankılanmış. Kralın şövalyelerinin has komutanı şatoya giden yolun başındaki kemerli geçitte gümüş parlaklığındaki zırhının altında, beyaz atının üzerinde görünmüş. Azametli duruşuyla ağır ağır atını meydana sürmüş. Muhafızlar kılıçlarını kalkanlara vurarak onu selamlamışlar. Meydan bu korkutan seslerle inlemiş. 
    Beyaz atlı Şövalye Bilgenin yanına gelmiş. Bilge atın yanında cüce gibi kalmış. Muhafız metalik sesiyle:
“Bre ihtiyar gündüz vakti fenerle ne ola ki?”
    Bilge başını kaldırmış, zırhlarla kaplı komutana meydan okurcasına bakmış:
“Adam arıyorum adam…Kaldıysa bu duvarların arasında!”




20. "At, Kılıç ve Büyü"

    Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde yüksek dağların tepelerin de ötesinde bir ülke varmış. 
    Bu ülkede malının mülkünün hesabını bilemeyecek zenginlikte bir tüccar yaşarmış. Bu tüccar, kralın bir dediğini iki etmeyecek kadar ona bağlıymış. Kralın canı ne çekerse dünyanın dört bir yanından bulur buluşturur krala getirirmiş. Bu nedenle kralın gözde zenginleri arasında özel koruma muhafızlarıyla ilk sırada gelir,  sarayda krala en yakın koltukta otururmuş. Kral da onu, vereceği vergilerden muaf tutarmış.
    Aslında fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen tüccar, gençlik döneminde kurtlu peynirleri atıldıkları yerden alıp temizler sonra pazarda satarmış. Bir büyücüden öğrendiği yöntemlerle de insanları aldatmayı, çöpe atılmış bozuk yiyecekleri çeşitli baharatlarla karıştırıp tazeymiş gibi satmayı öğrenmiş. Çok ailenin işini batırıp onları yoksul bırakmış. İşte böyle zengin olmuş. Zengin olunca gözüne kestirdiği bir kızla da evlenmiş. Kralınki kadar olmasa da büyük bir şatoda yaşamaya başlamış. Mal mülk sahibi oldukça ona hizmet edenlerin sayısı artmış. Hileli satışları ustaca yapar hale gelmiş. Ülkenin dört bir yanında depolar kurmuş. Her yerde “en büyük benim!” diyerek böbürlenip dururmuş…
    Bu tüccarın üç oğlu olmuş. Kendisi çocukluğunda çok sıkıntı çektiği için oğullarını şımartarak bir eli yağda bir eli balda yetiştirmiş. Onlara hileli işin hünerlerini ara sıra anlatsa da çocuklar bunlarla hiç ilgilenmemişler.
    Yıllar geçmiş çocuklar büyümüş işin başına geçecek yaşlara gelmişler. Ama hiçbirinde tüccarın işine karşı ilgi yokmuş. 
    Büyük olan at meraklısıymış. Kralların, sultanların sattığı cins atları alır, çiftliğinde toplar, onlarla vakit geçirirmiş.
    Ortanca olan kılıç meraklısıymış. Kılıç ustası olarak değil elbette! Dünyadaki en keskin kılıçları satın alır, özel bir odada saatlerce onları seyredermiş.
    Küçük olan büyücülüğe merak sarmış. Gününü usta büyücülerin yanında geçirir, ayinlere katılır, onların insanları büyülemelerini izlermiş.
    Gel zaman git zaman tüccar yaşlanmış. Eskisi gibi çalışamaz olmuş. Üstüne üstlük o kış bir salgında eşiyle birlikte hastalanmış. Ülkenin zenginlerini tedavi eden büyücüler de hastalığa çare bulamamışlar. Eşi ölmüş, kendisi ise felç olmuş. Her şeyi duyuyor, anlıyor ama konuşamıyor, hareketsiz yatıyormuş.
    Çocuklar işleri nasıl yürüteceklerini bilememişler. Krala sormuşlar. O da işten anlayan birini başa geçirin demiş. Çocuklar bu fikre çok sevinmişler. YBT (Yönetici Baş Tüccar) arıyoruz diyerek krallığın her yerine duyurmuşlar.
    Gelenlerle iş görüşmesi yaparken yalnızca atlar, kılıçlar ve büyüler hakkında sorular soruyorlarmış. Tatmin edici cevap alamayınca da başkasını görüşmeye alıyorlarmış.
    Günler sonra at, kılıç ve büyü bilgisiyle çocukları şaşırtan bir adayla karşılaşmışlar.  Hemen işe almışlar. Ona “bizim rahatımızı kaçırma, işleri babamızın yaptığı gibi yürüt, seni servete boğalım!” demişler. 
    Yönetici Baş Tüccar depo ve satışları başarıyla yönetmiş. Her ayın ilk günü, aynı saatte, geçen ayın kazancından hazine sandıkları içinde üç kardeşe altın ve gümüş teslim ediyormuş.
Aradan aylar geçmiş. Çocuklar işin ne durumda olduğunu bilmeden ekmek elden su gölden yaşamışlar. Günleri ziyafetler vererek, çılgın partiler düzenleyerek geçiyormuş. Üç kardeş uzun zamandır birbirleriyle de görüşmüyorlarmış.
    Ancak beklemedikleri bir şey olmuş. O ayın ilk gününde hazine sandığı gelmemiş. Haberciler gönderip diğerlerinin de sandığı almadığını öğrenmişler. Apar topar tüccarın işleri yönettiği depoların olduğu büyük şatoya gelmişler.
Bakmışlar ki hiç kimse yok. Depolar bomboş…Krala gitmişler.         Kral üç kardeşin de dolandırıldığını anlamış. 
“Bu sizin hatanız! Elinizde kalanları kraliyete teslim etmezseniz zindanlardan zindan beğenin!”
    Bundan sonra ne mi olmuş?
    Kardeşlerden büyük ve ortanca atlarını ve kılıçlarını satmış. Ellerine geçen altınlarla Kralın gazabından kaçmak için ülkeyi terk etmişler. Küçük olan ise kılık değiştirip köy kasaba dolaşıp insanları yaptığı büyülerle aldatmaya, onları dolandırmaya başlamış…
      Malı, mülkü ele geçiren YBT de hırsızlığın baş tacı edildiği, servetin hesabının sorulmadığı okyanusların ardındaki başka bir ülkeye kaçmış. Oranın kralıyla iş birliği içinde soymaya, aldatmaya devam etmiş.
Felç olan baba ise kâbuslar görüyor, aldattığı insanlar rüyasında ona kurtlu peynirleri, çürümüş etleri yediriyorlarmış. “Nerede hata yaptım?” diye düşünse de iş işten geçmiş. Sefalet içinde göçüp gitmiş… 
      Kim muradına ermiş, kim kerevetine çıkmış ona siz karar verin…
 




19. “Çalantora”

    Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde kuş uçmaz kervan geçmez çöllerin ardında bir diyar varmış. Bu diyarın insanları çalanlar ve çaldıranlar olarak ikiye ayrılmış.
    Krallık, ne kadardır bilinmez, azınlıkta olsalar da çalanların elindeymiş. Son kral, reform yapmak adına, hırsızlık için yeni kanunlar çıkarmış. Hırsızlığın doğal, hırsızların ise bu dünyanın efendileri olduğu, başarılı hırsızlık öykülerinin anlatıldığı hikayeler her yerde yazılmaya ve kraliyetin adamları tarafından anlatılmaya başlanmış. 
    Kraliyet kanunlarına göre her ayın ilk haftası da hırsızlık günleri olarak ilan edilmiş. O hafta yakalanmadan çalarsan sahip olduğun şeylerin hesabı sorulmayacakmış. Hırsızlıkla elde edinilen servet çalanın olacakmış. Bir şartla: yakalananlar zindana atılacakmış. Kralın amacı beceriksiz hırsızları bu şekilde eleyerek başarılı mutlak hırsızlığın örnek ülkesi olmakmış.
    Ayrıca kraliyet büyücüleri de yayınladıkları fermanlarla hırsızları kutsayan bir heykeli ülkenin her yerine dikmişler. Çalantora adı verilen bu heykelin yüzünde bir maske, sırtında bir çuval, çuvalın ağız kısmında altın şamdan ve paralar, gümüş kupalar varmış. Her ayın ilk haftasının son günü bu heykellerin önünde hırsızlıkların kutsandığı ayinler yapılıyor, başarılı hırsızlar ödüllendiriliyormuş. 
    Bazıları bir türlü hırsızlık yapmayı beceremiyormuş. Bu nedenle de paraları, eşyaları, eşekleri, ahırdaki hayvanları sürekli çalınıyormuş.
    Çalmada ustalaşmış bir evin reisine kahvaltıda küçük kızı:
“Baba at arabasını, katırı, masadakileri pazardan mı aldın?”
“Hayır kızım ben enayi değilim. Onları komşulardan, diğer evlerden yürüttüm.” 
“Çalmak zeki insanların becerisidir. Bunu kral da büyücüler de söylüyor. Çaldıranlar aptaldır!”
“Baba ben aptal olmak istemiyorum!”
“Aferin sana! İşte benim kızım. Sana her sabah nasıl hırsızlık yapılır onu anlatacağım. Büyüdükçe de daha büyük hırsızlıklar yaparak ailemizin kraliyetin onur listesine alınmasına yardım edeceksin.”
“Neden arkadaşımın eşyalarını gizlice almam gerekiyor? Ondan istesem vermez mi?”
“Bak evlat! Bu dünya enayilerin ve enayi olmayanların dünyası. Bir şeylerin sahibi olmak istersen iki yolun var: Biri eşekler gibi çalışıp, ter döküp elde edebilmek. Diğeri de kolay yoldan ele geçirmek. Bunu da iz bırakmadan, fark edilmeden yapabilmek. İşte başarı bu!”
“Şimdi hırsızlar haftası geliyor. Hadi bakalım göreyim seni. Bana neler getireceksin…”. 
    O hafta beklenmedik bir şey olmuş. Kralın tacı, asası çalınmış. Kral öfkeden deliye dönmüş. Hırsızın yakalanması emrini vermek için sarayın büyücülerine danışmış. Onlar da bu hırsızlığın kralın koyduğu kanunlara uygun olduğunu söyleyince kral çaresiz kalmış. Bunun üzerine yeni bir kanun çıkartmış. Bundan böyle kral ve ailesinin bir tek eşyasını çalan olursa, aranacak ve bulunacak, sonra da en karanlık zindanlarda çürütülecekmiş.
    Gel zaman git zaman hırsızlık haftalarında büyücülerin, komutanların, saray görevlilerinin de eşyaları çalınmaya başlamış.  Krala şikâyet edince de kral yeni kanunlar çıkarmış. 
Kralın kendi kazdığı kuyuya düştüğü dilden dile dolaşıyormuş…
O sıralarda halkın arasında bir efsane dolaşmaya başlamış. Bir cengâver çıkmış, hırsızların elinden servetlerini alıp yoksullar arasında paylaştırıyormuş.  O cengâver ülkenin en sarp dağlarında, en sık ormanlarında arkadaşlarıyla birlikte kaçak yaşıyormuş. Hırsızlığa uğrayanlar da onlara katılmaya başlamış. 
    İşe yarar çalınacak malı olan adam kalmayınca kraliyet ve destekçileri birbirlerinden çalmaya başlamışlar. Kral bakmış ailede ve hanedanda yakalananlar çok, ne yapacağını şaşırmış. Onlara sürekli af çıkarıyormuş.
    Bu durumda ülkede yaşayanlar kralın ülkeyi yönetemediğini düşünüp kaçak Cengâvere katılmışlar.
    Asıl bomba kralın kızının olduğu konvoyun baskına uğraması, kızın cengâverle tanışması ve ona âşık olmasıyla patlamış. Genç kız gerçekleri anlamış ve bir daha saraya dönmemiş. 
    Zamanla güçlenen Cengâver ordusuyla krala savaş açmış. Kralın ordusu bozguna uğrayınca kral, ailesi ve yakınları ülkeden kaçmışlar.
    Cengâver, kralın kaçak kızı ve arkadaşları oluşturdukları bir meclisle herkesin çalışarak adil biçimde paylaştığı bir düzen kurmuşlar.
    Hırsızların olmadığı bir dünyada onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.



18. “Yalanlar Diyarı”

    Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde zorlu savaşlardan sonra kazanılan zaferle ülkesinin başına geçen bir kral varmış.
    Kral savaşın ülkeye verdiği zararı ihtiyarlar meclisi ve danışmanlarıyla birlikte ortadan kaldıracak tüm tedbirleri almış. Halkın yaralarını sararak geçmişi kısa sürede unutturmuş. Ülke gelişmeye devam etmiş. Herkes çok mutluymuş.
    Bu mutluluk yıllarca sürmüş. Bir gün halkı tarafından çok sevilen kral amansız bir hastalığa yakalanarak hayatını kaybetmiş. Tüm ülke büyük yasa bürünmüş.
    Kralın çocuğu ve akrabası olmadığı için ihtiyarlar meclisi yeni bir kral seçmiş. Bu kral çok süslü sözlerle tahta geçiş konuşması yapmış. Tahta geçince de eski kralın danışmanlarını kovup yerine büyücülerden oluşan bir ekip yerleştirmiş. Bununla da kalmamış, büyük vaatlerle kendine bağladığı şövalyelerle bir olup meclisi kapatmış. Getirdiği ceza yasalarıyla da tahtını sağlama alıp tüm halkı sindirmiş.
    Yeni kral önceki kralın kurduğu tüm düzeni birkaç yılda darmadağın etmiş. Şatosunda zevk ve sefa içinde yaşarken halkı da yoksullaştıkça yoksullaşmış. Halk mutlu yaşarken önceki krala karşı çıkmak hiç akıllarına gelmediği için bu zalim krala ne yapacağını bilememiş. 
    Zalim kral tahtı tehdit edilir diye sürekli korku içindeymiş. Tüm büyücüleri toplayıp insanları refah içinde mutlu olduklarına inandıracak büyüler yapmalarını emretmiş. 
    Büyücüler gece gündüz çalışarak kralın istediği büyüleri bulmuşlar. Her aile bir büyücüye bağlanmış. Doğan her çocuk büyücünün yanına götürülüyormuş. Büyücü de çocuğu büyüleyip ailesine teslim ediyormuş. Aileler de  tütsülü, uyku veren karanlık ortamlara alınıyor, günlerce süren ayinlerle beyinleri uyuşturuluyormuş.
    Bir süre sonra halkın tamamı yaşadığı yoksulluğu görmediği gibi refah ve zenginlik içinde olduğuna inanmaya başlamış. Öyle ki sofrasındaki kuru ekmek ona kocaman kızarmış bir hindi, yıkık dökük evleri de malikane gibi  görünüyormuş.
    Halk hayal dünyasında yaşarken kral da ülkenin hazinesini boşaltmaya devam ediyormuş. Gel zaman git zaman hazine suyunu çekmiş. Kral büyücülerini, şövalyelerini besleyecek yiyecek ve altın bulamaz olmuş. Onlar da  gerçekleri bildikleri için krala ihanet etmeye başlamışlar. Şövalyeler halkı izlemeyi bırakmışlar. Büyücüler de görevlerini yapmıyor halkı uyutacak büyülere devam etmiyorlarmış.
    Halk uyandıkça sesler yükselmeye kralın yasalarını çiğnemeye başlamışlar. Her yerde ‘yalancı zalim kral’ yazıları yazılıyormuş.
    Ne mi olmuş?
    Şövalyeler ve büyücüler servetleriyle kaçıp başka ülkeye gitmiş. Halk isyan edip meydanlarda “yalancı zalim kral tahtı bırak” diye bağırmaya başlamış.
    Kral tahtının tehlikede olduğunu anlayınca hazineden çaldığı altınlarla bir gece ülkeden kaçmış.
    Halk temsilciler seçip onlar aracılığıyla da bir meclis oluşturmuş. Meclis her alanda uzman kişilerden ülkeyi yönetecek bir ekip kurmuş.
    Hep birlikte yeni bir sayfa açıp mutlu bir ülke yaratmaya başlamışlar. Onlar ermiş muradına bir çıkalım kerevetine. 



17. “Tepenin Ardındaki Köy”

    Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde verimli topraklarla, nehirler, ormanlar ve göllerle kaplı bir ülke varmış…

    Bu ülkede her mevsim çiftçi bayramı yapılır, çiftçiler ürünleriyle gelerek şenliklerde yarışmalara katılırmış. Kral da en lezzetli ürünü getirenlere ödüller verirmiş. Bu hep böyle gitmiş… 

    Şenliklere bir köyün halkı hiç çağrılmazmış. Neden mi?

    Bu köy iki tepenin etekleri arasındaymış. Bunda ne var diyeceksiniz… 

    Doğusunda ve batısında yer alan tepeler ve çukurda olması nedeniyle, güneş köy üzerinde geç doğar erken batarmış. Köy günün büyük kısmında gölgede kalırmış. Yalnızca iki mevsim yaşanır, kış mevsimi çok uzun sürermiş. Böyle olduğu için toprakları verimsiz, insanları soluk tenliymiş. Köylüler kaç nesildir orada yaşadıkları için de başka yere göç etmemiş. Zaten göç için kralın izni gerekiyormuş. Köyden doğru dürüst ürün alınamadığı için tüccarlar ilgilenmiyormuş. Sarayın büyücülerinin de etkisiyle, kral köyün lanetli olduğuna inanıyormuş. Bu nedenle köyde yaşayanların köyün dışına çıkmalarını da yasaklamış.

    Köyün yaşlı olmasına yaşlı ama çalışkan bir çiftçisi varmış. Bir gün herkesi meydana toplamış. Yüksekçe bir yere çıkıp:

“Köyümün yoksul insanları: topraklarımız verimsiz değil! Yaşadıklarımız bir kader değil! Bunu değiştirebiliriz.”

    Kalabalıktan sesler yükselmiş: “Bunadı galiba”

    Yaşlı çiftçi sözlerine devam etmiş: “Önce doğudaki tepeyi kazacağım sonra batıdakini. Onları tıraş edeceğim. Hesapladım. Böylece güneş daha erken doğacak daha geç batacak. Var mı benimle gelen?”

    Herkes “bu adam deli” diyerek arkasını dönüp meydandan ayrılmış. Kalan birkaç yaşlı ona demiş ki: “Vazgeç bu sevdadan…Mucizelere yer yok bu dünyada”.

    Yaşlı çiftçi: Mucize biziz haberiniz yok!” diye kükremiş. 

    Çiftçinin ailesi bile ona arka çıkmamış. Yaşlı adam ertesi gün eşeğine, katırına kazmayı küreği yükleyip doğu tepesine gitmiş. Başlamış kazmaya…”

Aradan aylar geçmiş. Köy halkı uzun bir süre ondan haber almasa da gözlerinin ucuyla  doğu tepesinde bir değişiklik olacak mı diye merakla bakıyormuş.

    Bir gün köyün içindeki en yüksek evde doğu tepesine bakan odaya bir ışık huzmesi düşüvermiş. Evdekiler heyecanla odaya toplanmış gözlerine inanamamışlar. Camdan bakınca ince bir ip gibi süzülen ışığın doğu tepesinin en yüksek noktasından geldiğini anlamışlar…Haber hemen yayılmış köye. Çocukların neşe dolu çığlıkları arasında ahali evin önünde sıraya girip üst kattaki odaya sızan ışığı görmeye geliyormuş.

    Yaşlı çiftçi o gün her zaman olduğu gibi erkenden uyanmış. Çadırından çıkınca bir de ne görsün! Bütün köy halkı ellerinde kazmayla, küfelerle, eşekleri ve katırlarıyla doğu tepesinde onu bekliyor. Çiftçinin gözleri yaşarmış…

    Hep birlikte başlamışlar kazmaya. Kazmışlar, taşımışlar toprağı, kazmışlar taşımışlar… Günler günleri, haftalar haftaları kovalamış…Tepe düzleşirken köy aydınlanıyormuş giderek. Güneşin ışıkları daha erken doğmaya başlamış köyün üzerinde. Yaşlı çiftçi ahaliye seslenmiş: 

“Bizim de güneşimiz var artık! Ama işimiz daha bitmedi…”

    Arkasından batı tepesini kazmışlar. Aylar sonra güneş daha geç batmaya başlamış köyün üzerinden. Çocukların yüzüne renk gelmiş. Sebze yetiştirmişler, bostanları olmuş, ağaçlar meyve vermiş, otlar büyümüş hayvanlara yem olmuş. Köy çiçeklerle kaplanmış. Toprak meğer ne kadar verimliymiş? 

    Kral lanetli dediği köylülerin gönderdiği lezzetli ürünleri görünce çok şaşırmış. Bunun nasıl olduğunu öğrenmek için yaşlı çiftçiyi saraya getirtmiş. Kral bu akıllı ve mücadeleci köylüyü saraya danışman yapmış. Büyücülerini de kovmuş. Köy üzerindeki tüm yasaklar kaldırılmış. 

    O köy o günden sonra her yıl şenliklerde tüm birincilikleri almış.

    Köylüler ermiş muradına biz çıkalım kerevetine…



16. “Kral ve İnatçı İhtiyar”

    Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde ülkenin birinde yaptırdığı şatolarla, kalelerle, kemerlerle dillere destan olmuş bir kral varmış. Tahta geçtiğinden beri yaptığı tek şey gösterişli yapılarmış. Halkının nasıl yaşadığı umurunda değilmiş kralın. Güçlü bir orduyla da kraliyetini güvence altında tutarmış…

    Öyle bir dönem gelmiş ki ülkede gösterişli bir yapı için yer kalmamış. Hazine de tam takır kuru bakır olmuş.

    Ama gösteriş meraklısı kral durur mu? Bir sabah danışmanlarını, büyücülerini ülke haritasının etrafında toplamış. Ülkesinin doğusundan batısına dünyanın en uzun ve geniş taş yolunu yapacağını söylemiş. Bu yoldan deve ve fil kervanlarının geçeceğini, hayvan ticareti yapılacağını söylemiş. Yol kenarına hanlar, hamamlar yaparak kullananlardan altın, gümüş paralar ve yol vergisi alınacağını söylemiş.

    Kralın harita üzerinde çizdiği yolun geçeceği yerlerin incelenmesine hemen başlanmış. İnşaat için de işsiz ve yoksulların karın tokluğuna çalıştırılması planlanmış.

    Kralın adamları yol üzerindeki köy, bağ, bahçe ne varsa üç otuz paraya satın alınıp sahipleri kovulmaya başlanmış.

    Gel gelelim ormanından, değirmeninden, deresinden, bağından ve bahçesinden vazgeçmeyen bir ihtiyar çiftçiye kralın adamları laf anlatamamış. Adam nuh diyor, peygamber demiyormuş. Kral deve ve fil kervanı sahiplerine verdiği sözler nedeniyle bu yolu tamamlamak zorundaymış. Yolun geçeceği başka bir yer yokmuş. Kral köpürmüş de köpürmüş. Sonunda tüm muhafızlarıyla ihtiyar çiftçinin karşısına geçip ona meydan okumuş.

    İnatçı ihtiyar “Kral da olsan burası benim atalarımdan kaldı vazgeçmem!” demiş durmuş. Kellesini almak iki dudağından çıkacak bir söze bağlıyken, kral daha önce ona karşı çıkan kimse olmadığı için şaşırmış kalmış. Ne yapacağını bilememiş. İhtiyara ne verdiyse ikna edememiş. 

    İhtiyar çiftçi, kralı şöyle bir süzmüş: 

“Yolu vadinin bu tarafından geçirirsen nehir ve derelerin yatağı değişir, orman yok olunca heyelan ve sel gelir, yolun yıkılır. Ha bunu da böyle bil!” demiş…

    İhtiyarın bu inatçı direnişi tüm ülkeye yayılmış. Evini, bağını barkını ucuza kaptıranlar krala karşı ses çıkarmaya başlamışlar. Kralın muhbirleri halktaki bu tepkinin tehlikeli olabileceğini söylemiş. Büyücüler bütün hünerlerini kullansa da halkın dikkatini başka yöne çevirememişler.

    Kral insafa gelmiş gibi davranarak, kesilen ağaçların yerine yenilerini dikeceğini, evini kaybedenlere yeni ev yapacağını söylese de dinletememiş. Öte yandan komşu ülkeler ticari çıkarları için kralın yaptıklarını dikkatle izliyorlarmış. 

    İnatçı ihtiyar şiirlere, öykülere konu olmuş. Yol inşaatı da yarım kalmış.

    Kral ihtiyarı ortadan kaldırsa zalimliğiyle bilineceğini, söylentilerden yola çıkarak yolun uğursuzluğuna inanılıp kullanılmayacağını anlamış. Ama her şeyi göze alıp, tahtının gücünü kullanarak, ihtiyara suikastçılarını göndermiş. Zavallı ihtiyarı halk bir sabah uçurumun dibinde bulmuş. Herkes bunu kimin yaptığını iyi biliyormuş. Ancak kral, ihtiyar hakkında konuşanları zindana atacağını duyurarak yöre halkı susturulmuş.

    Gelelim yolun hikayesine…

    Kan, ter, ahlar vahlar arasında yol yapılmış. Ancak inatçı ihtiyarın gölgesinin yolda olduğuna ve uğursuzluk getireceğine inanıldığı için yoldan kimse geçmemiş. Kervan sahipleri de çevreden gelecek saldırı korkusuyla ticareti eski yoldan yapıyormuş. İlk kışın ardından vadideki heyelanlar ve sel baskınlarıyla yol hiç kullanılamaz olmuş. Daha da kötüsü bölgede oluşan dev çukurlar ve çatlaklar kralın sarayına kadar uzanıp sarayı da yıkmış.

    Kral hatasını anlamış olsa da artık çok geçmiş. Doğa intikamını almış. Halk ise bunun ihtiyarın ahı olduğuna inanıyormuş…

    Kraliyet basımevindeki kitaplarda kendini ne kadar övse de halk arasında kral kulaktan kulağa, dilden dile ülke tarihine zalim olarak geçmiş. 

    Yola ne mi olmuş?

    Yıllar sonra tabiat kendini onarmış; yol otların, çiçeklerin altında kaybolmuş. Kraldan sonra tahta geçenler de yolun adını ağızlarına almamışlar…

    Ancak halk her yıl ihtiyar çiftçinin arazisinin olduğu yerde büyüyen ulu bir ağacın altında toplanıp inatçı ihtiyarı anmaya devam etmiş.


15. “Bir Ağustos Masalı-Savunma”

    Büyük mahkemenin yargıçlar kurulu, önlerine gelen dilekçeyi incelemektedir. Dilekçeyi yazan, gerekçeleri ve ekteki raporlarla yargılanma talebinde bulunmaktadır.

    Sonunda, başvuruda bulunanın yeniden yargılanarak savunmasının alınmasına oybirliğiyle karar verilir. 

    Dilekçede yargılama sırasında avukat istenmediğinin notu düşülmüştür. 

    Mahkeme günü belirlenir. Salon hınca hınç doludur. Saati geldiğinde mahkeme salonunun haşmetli kapısı gıcırdayarak aralanır. 

    Mübaşirin sesi gelir: “Ağustos Böceği tekzip davası için mahkeme salonuna!”

    Uzun bir yoldan gelmişçesine yorgun ama gururlu duruşuyla Ağustos Böceği mahkeme salonuna girer. İki taraflı koltuklar hınca hınç doludur. Kimler yok ki?

    Başta karıncalar olmak üzere, çekirgeler, kelebekler, uğur böcekleri, arılar, hamam böcekleri daha birçok türün temsilcileri merakla ona bakmaktadır.

    Ağustos böceği büyük kürsünün önüne kadar gelir. Tüm heyeti bir reveransla  selamlar.

    Mahkeme Yargıcı: “Bize, hakkınızda yazılanların tekzip edilmesi ve itibarınızın iadesi başvurusunda bulundunuz. Sizi dinliyoruz. Kürsüye buyurun.”

“Teşekkür ederim sayın yargıç ve mahkeme heyeti. Sözlerime şu alıntıyla başlamak istiyorum: 

‘Ağustos Böceği bütün yaz saz çalmış, türkü söylemiş. 

Kara kış birden bastırınca şafak atmış zavallıda. 

Bir şey bulamaz olmuş yiyecek. 

Koca ormanda ne bir kurtçuk ne bir sinek. 

Gitmiş komşusu karıncaya…’ diye başlıyor Jean de La Fontaine Ağustos Böceği ile Karınca masalına…” 

“Salonda bulunan tüm karıncaların ve diğer saygıdeğer böceklerin huzurunda türüme yönelik bu itibar kırıcı tembellik suçlamasını şiddetle reddediyorum!”

“Bizler yumurtasını bir ağacın taze dalı içine bırakan annelerimiz sayesinde, ağaç dalı içinde bir kurtçuk olarak dünyaya geliyoruz. Dört hafta boyunca ağaç dalının özsuyunu içerek besleniyoruz. Çok güçlü ön ayaklarımızla ve gagaya benzer ağzımızı kullanarak dalda açtığımız yarıktan toprağa düşeriz. Bu zorlu yolculuğumuzun başlangıcıdır. Toprağı kazarak ağacın dibindeki köklere ulaşırız. O köklerin özsularını içerek besleniriz. Sonra da bıkmadan ve usanmadan açtığımız tünellerle diğer köklere ulaşırız. Bu 17 yıl sürer.”

“Toprak altında ve karanlıkta geçen tam 17 yılın ne anlama geldiğini düşünmenizi ve bizi anlamanızı bekliyorum.”

    Ağustos Böceği yutkunarak devam eder:

“Olgunlaştıktan sonra yeryüzüne çıkar güneşi görürüz. Kabuğumuz kalınlaşmıştır. Kanatlarımız olmasına rağmen uçamayız. Üzerimizdeki sert kabuğun yırtılması için birkaç gün güneşin altında sabırla bekleriz. Solunum yolumuz üstündeki sert iki kabuk ve kabuk üzerindeki ince bir zar, bu zara bağlı kaslar sesimiz olur. Vücudumuzdaki bu kasları, saniyede 500 kez hareket ettirerek 17 yıllık sessizliğimizi bozarız. İşte saz çalıp eğlendiğimizi sandığınız ses bunlardır. Aslında bu ses, gün yüzü gördükten sonra kalan dört haftalık ömrümüzde neslimizi devam ettirmek için eşimizi bulma çağrısıdır. Eylül geliyor ve ben hayata veda edeceğim!”

“Hakkımızda yazılanların sahibi artık aramızda yok! Nesilden nesile geçen bu masalın sona ermesini mahkemenizden talep ediyorum!”.

    Karıncaların temsilcisi söz istedi:

“Bilgisizlikten doğan iddialar nedeniyle Ağustos Böceğini yanlış değerlendirdiğimizi anlıyor, bütün karıncalar adına ondan özür diliyorum.”

    Mahkeme heyeti kısa bir süre odaya çekildi. Salondakiler gözleri yaşlı merakla bekliyordu. 

    Bir süre sonra mübaşir heyetin salona geldiğini duyurdu. Salon ayağa kalktı.

    Yargıç söz aldı:

“Ağustos Böceğinin dilekçesine ek olarak sunduğu uzman görüşlerine ve ifadesine dayanarak hakkındaki tüm iddiaların geçersizliğine karar verilmiştir. Ağustos Böceğinin itibarı iade edilmiş olup sabrın ve azmin temsilcisi olarak kabul edilecektir. Bundan böyle masallarda karıncalarla olan ilişkisi de mahkeme kararıyla  tekzip edilecektir”.

    Salondaki bütün böcekler bu kararı hararetle alkışladı…

    Mahkeme kapısında Ağustos Böceğinin yeni tanıştığı eşi bekliyordu. Ona hasretle sarıldı. Birlikte ağır ağır ağaçların arasında gözden kayboldular…

    Jean de La Fontaine gerçekleri bilseydi, masalı değiştirerek, Ağustos’ta dramatik bir aşk masalına çevirir miydi?

    Cevabı sizin hayal gücünüze bırakıyorum…


14. “Koca Başlılar ve Bir İşlem”

    Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde az gidilse, uz gidilse, dere tepe düz gidilse de kolayca ulaşılamayan uzak mı uzak bir ülke varmış…
    O ülkede yaşayan insanların dış görünümleri farklıymış. Nasıl mı?
Bazıları koca başlı, bazıları kocaman elli, bazıları koca burunlu, bazıları da koca kulaklıymış. Ha bir de cılız ama yürekleri büyükler varmış…Bunlar diğerleri tarafından ucube diye damgalanır, kötü koşullarda çalışmaya ve yaşamaya zorlanırmış. Bu farklılıklar o kadar belirginmiş ki herkes kendi benzeriyle evleniyormuş. Bu nedenle de doğan çocuklar anne babalarına benziyormuş. 
    Koca başlıların beyinleri küçükmüş…Kafaları yalnızca toplama, çarpma ve bölmeye çalışırmış…
    Ancak kuşaktan kuşağa koca başlılık bir güç göstergesi olarak anlatıldığı için kraliyet hep koca başlıların elinde olmuş. Ülke bol kaynaklara sahip olsa da bunları iyi kullanamayarak çarçur etmişler. Koca burunlular, koca kulaklılar, kocaman elliler de her zaman koca başlıları destekler, onlara hizmet ederlermiş…En iyi bildikleri şey, aralarında zaman zaman sürtüşseler de kralın etrafında birleşmeleriymiş.
    Koca kulaklılar herkesi gizlice dinler iyi muhbirlik yaparmış. Koca burunlular da kraliyet için en uygun fırsatların kokusunu alır, kralın servetine servet katarmış…Elleri kocaman olanlar çoğunlukta olup da bunun farkına varamayan cılız ama yürekleri büyük olanların emeğini çalıp kraliyetle paylaşır, zenginlik içinde yaşarlarmış…Kral ne yaparsa yapsın “Kralım çok yaşa! En büyük kral bizim kral!” diye alkışlarlarmış…
    Cılız ama yürekleri büyük olanlar çoğunlukta olmalarına rağmen itilmiş ve kakılmışlıklarını ortadan kaldıracak bir liderlik etrafında birleşememişler. Bu nedenle de tüm zenginliği yaratan onlar olsa da yoksulluk içinde yaşarlarmış. Bunu kader bilip değiştirecek adım atmamışlar. Zaten kraliyetin basımına izin verdiği kitaplarda geçmiş tamamen koca başlı ama beyinleri küçük insanların sahte başarılarıyla doluymuş. Üstüne üstlük çoğunluğa öğretilen matematik de yalnızca kraliyetin muhasebecilerinin verdiği üretim rakamlarından onlara kalanı görmeleri için bir işlem olan çıkarma imiş. Bu durum yıllarca sürmüş…
    Bir gün fırtınada yolunu kaybeden bir derviş kendini karanlık bir gecede bu ülkede bulmuş.  Yabancı bir diyarda olduğunu insanları görünce anlamış. Gizlice onları izlemeye karar vermiş. Cılız ve yüreği büyük insanların diğerlerinden çok farklı olduğunu anlamış. Ormanda ağaç kesen bir ailenin yanına giderek kendini tanıtmış. Yolunu kaybettiğini söylemiş. Dış görünümünde özel bir farklılığı olmayan bu adam ailenin garibine gitmiş. 
    Uzatmayalım… Tanrı misafiri diyerek evlerine kabul etmişler. Ama kimseye de söylememişler.
    Derviş kaldığı süre içinde gezip gördüğü ve yoksulluğun olmadığı ülkeleri anlatmış. Asıl önemlisi de öğrettiği matematiğin dört işlemiymiş. Çocuklar onu can kulağıyla dinlemişler…Kraliyetin zenginliği nasıl topladığını, çarptığını ve kendi aralarında böldüğünü hemen anlamışlar. 
    Derviş bu cılız ama yüreği büyük insanlara yardım etmeye karar vermiş. Farklılıkların ayrışma nedeni değil zenginlik fırsatı olduğunu söylemiş. Bitki yapraklarına dört işlemi ve dayanışmanın gücünü yazarak gizlice dağıtmayı öğretmiş. 
    Kraliyetin adamları yaptıkları soygunlar açığa çıktıkça çıldırmışlar. Baskıları artırmışlar. Ama ok yaydan çıkmış artık. Cılız ve yüreği büyükler ormanda, madende, tarlada, bahçede daha az çalışmaya ve üretmeye başlamışlar. Kral ve onu destekleyen koca burunlular, koca kulaklılar, kocaman elliler üretmeyi bilmedikleri için ne yapacaklarını şaşırmışlar. Sonunda tellallarla çağrıda bulunarak çoğunluğun temsilcileriyle görüşmek istemişler.
    Amaçları temsilcileri yakalayıp zindana atarak onları lidersiz bırakmakmış. Ancak cılız ama yüreği büyükler bu oyunu anlayarak kendi istedikleri yerde görüşme yapacaklarını söylemişler.
    Netekim onların dediği olmuş…
    Müzakereler devam etmiş. Kraliyet çöken ekonomi nedeniyle geri adım atmış. Yönetimi de nüfusa göre temsil edilen bir meclise bırakmak zorunda kalmış. Koca kulaklılar, koca burunlular ve kocaman ellilerin gençleri anne ve babaların sürdürdüğü talanı anlamışlar, cılız ama yüreği büyüklerin çocuklarıyla aile kurarak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi birlikte yaşamaya karar vermişler…
    Ülkede bundan böyle herkes özgürce toplayıp çıkarmış, çarparak bölmüşler. Böylece yeni bir tarih yazılmaya başlamış…
    Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.

     
      


13. “Prens ve Balıkçının Kızı”

    Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde birbirleriyle sürekli savaşan, kültürleri ve inançları farklı iki ülke varmış. 
Kaç kral gelmiş geçmiş bilinmiyor... İki ülke halkının bildiği tek şey arada sınır olan, deniz denilen, büyük bir gölde balıkçılık ve avlanma hakkının kendilerinde olduğuymuş. Başka geçim kaynağı olmayan iki ülkenin bu iddiası nesilden nesile sürmüş.
    Gölde paylaşılamayan bir başka şey daha varmış: Gölün ortasında bulunan küçük bir adadaki çamur birçok hastalığı tedavi ediyormuş. Ancak düşmanlık nedeniyle iki taraf da bu çamuru yeterince kullanamıyormuş…
    İki ülke de bu savaşlarda çok kayıp vermiş. Üstüne üstlük rahatça balıkçılık ve avcılık yapamadıkları için de halk açlık çekiyormuş.
    Her iki ülkede erkek çocuklar çok önemliymiş. Kız çocuklara o kadar değer verilmezmiş. Onlar cılız ve çelimsizmiş. Kızlar okula gönderilmez, en zor işlerde çalıştırılır ve saray hizmetleri için yetiştirilirmiş. Erkek çocuklar ise doğar doğmaz kralın emriyle koruma altına alınır, okul eğitimi verilir, en lezzetli yemekleri yer, asker olarak orduya katılırmış. 
    Her iki ülkede de kralın adamları okullarda erkek çocuklara kendilerinin üstün ırk olarak diğerlerini yöneteceklerini, düşman ülkenin insanlarının ise sıradan ve zavallı olduğunu anlatırmış. Büyücüler de uydurma hikayelerle çocukların beyinlerini uyuşturur, düşmanlığı beslermiş. 
    Bütün bu savaşlarda en kazançlı çıkanlar ise göldeki avlanamayan balıklar ve ördekler olmuş. 
    Gel zaman git zaman aynı günlerde, ülkenin birinde kralın erkek çocuğu, diğer ülke de bir  balıkçı ailesinin yıllar sonra bir kız çocuğu dünyaya gelmiş. Balıkçı ailesi kralın askerlerine yakalanmamak için kızlarını saklamışlar. Köylerden uzakta çocuklarını kraliyetin haberi olmadan gizlice büyütmeye karar vermişler.
    Yıllar geçmiş…Balıkçı ailesi kızları büyüyüp serpildikçe ona erkek kıyafeti giydirmiş, askere alınmasın diye de evden çıktığında koltuk değneği kullandırmış.
    Günlerden bir gün göl üzerinde daha önce olmadığı kadar büyük fırtına bulutları oluşmuş. Bardaktan boşanırcasına korkunç bir yağmur yağmış. Dev dalgalar kıyıdaki balıkçı barınaklarını yıkmış. Her iki tarafta da büyük kayıplar yaşanmış…Bu durumda iki ülkenin balıkçıları gölde avlanmaya da çıkamamışlar.
    Fırtına günlerce sürmüş. 
    Bir sabah, koltuk değneğiyle dolaşan balıkçının kızı kıyıda başından yaralı baygın birini bulmuş. Anne ve babasının yardımıyla onu eve getirmiş. Yaralarını sarmışlar…
    Birkaç gün sonra kendine gelen genç adam, prens olduğunu, fırtına sırasında tekneden düştüğünü anlatmış.Balıkçı ailesini bir korku kaplamış. Prens, onları sakinleştirmiş. Dost olduğunu söylemiş…Aileyle her iki ülkenin durumu hakkında konuşup savaşın bitmesi gerektiğini, çocukluğundan beri kendisine dayatılan düşmanlığı kabullenemediğini anlatmış.
Bu arada balıkçı ailesinin kızı koltuk değneğini ve erkek giysilerini bir kenara bırakarak en güzel kıyafetleriyle ortaya çıkmış ve prensle aynı düşüncede olduğunu ifade etmiş. Prens balıkçının evinde haftalarca kalmış. Her iki genç arkadaş olmuşlar. Ancak her ikisi de duygusal bir bağ kurduklarının farkındaymış. 
    Uzatmayalım…Prens gitme zamanının geldiğini söyleyip oradan ayrılmış.
    Oğlunun kaybıyla inzivaya çekilen kraliçe hastalanıp ölmüş. Kral ise yetiştirdiği on iki şövalyesinden biri olan oğlunun kaybından sonra ülke sorunlarıyla ilgilenemez olmuş. Bu arada iki ülkenin arasındaki savaşlarda da büyük kayıplar veriliyormuş. İşte tam bu sırada Prens ortaya çıkmış. Ne yazık ki savaşta yaralanan babasını ölüm döşeğinde bulmuş. 
    Kral şahitlerin huzurunda tahtını oğluna bıraktığını söylemiş ve fermanı imzalamış. Nesilden nesile geçen kutsal kabul edilen kılıcını da oğluna teslim ederek son nefesini vermiş. 
    Genç kral cenaze töreninden sonra sarayın büyük kulesinden halka sesleniş konuşmasını yapmış. 
    Barış içinde gölün nimetlerinden yararlanma, ortak balık çiftlikleri kurma, cinsiyet ayrımı yapmama, çeşitli dönemlerde avlanma yasağı getirme ve sağlık çamurunu tüm insanlık yararına kullanma konusunda diğer ülkeyle anlaşma yapacağını söylemiş. İki ülke arasındaki bitmeyen kavgaya son vereceğini anlatmış. Halk bunu alkışlarla karşılamış.
    Kralın derin danışmanları ve asker içindeki şahin denilenler ise buna karşı çıkıyormuş. Onlar savaş sürdükçe saraydaki hakimiyetlerini koruyormuş. Ancak genç kral kendisini destekleyen şövalyelerle bu çeteyi ülkeden sürmüş. 
    Diğer ülkeye barış elçileri göndermiş. Gelen teklifteki akıllı projeleri beğenen karşı ülkenin kralı barış yapmayı kabul etmiş. İki kral gölün ortasındaki adada barış anlaşmasını imzalamışlar. Genç kral kendisini kurtaran balıkçı ailesinden söz etmiş. Kraldan onları affetmelerini istemiş. Balıkçının kızıyla evlenerek farklı kültür ve inançtaki iki ülke halkının birbirinden kız alıp verme geleneğini başlatmış.
    İki ülkenin iç işlerinde özgür diğer ülkelere karşı birlikte hareket etmesiyle, aralarındaki göl bundan böyle Barış Gölü adını almış.
    Herkes ermiş muradına biz çıkalım kerevetine…




12.Dikenliler ülkesi” 


    Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, ülkenin birinde, insanlar sürekli birbirleriyle tartışır hiç anlaşamazmış. Herkes farklı gruplara üyeymiş. Kral gruplara bölünmüş ülkeyi istediği gibi yönetirmiş. 
    Ülkede uzun yıllar hüküm süren kral kendini destekleyen gruplara ayrıcalık tanır, diğerlerini fırsat buldukça dışlarmış. Gelin görün ki dışlanan grupların üyeleri o ülkenin en akıllı insanlarından oluşuyormuş. Kral bu nedenle de hizmetler, tarım, ticaret, kervancılık aksamasın diye çok fazla baskı yapamıyormuş. 
    Gel zaman git zaman tüm ülkede yaşayanlara bir hastalık bulaşmış. İnsanların vücudunda dikenler çıkmaya başlamış. Bu dikenler üç karışa kadar uzuyormuş. Hastalık yayıldıkça insanlar kıyafetlerini giyemez olmuş. Neredeyse yarı çıplak dolaşıyorlarmış. Kendi aralarındaki çekişmeleri bırakmak zorunda kalarak, dikenleri yüzünden çalışamaz, birbirlerine dokunamaz olmuşlar. 
    Hastalığa yakalanmaktan korkan Kral kendini sarayına kapatmış. Doğum yapanların bebekleri bile kısa sürede dikenlerle kaplanıyormuş… 
    Ülkenin tüm şifacıları, büyücüleri bu hastalığa çare bulamamışlar.
    Durum böyle de olsa tarım, ticaret, kervancılık yapılmak zorundaymış. İnsanlar bir arada çalışmayı denemişler ancak dikenleri batıp birbirlerine zarar vermişler. Kral felakete çözüm bulmak için ülkedeki grupların temsilcilerinden bir meclis oluşturmuş. 
    Mecliste gruplar görüşlerini söylemişler. Bazıları dikenleri kesmeyi önermiş. Ancak kesilen dikenin yerine daha uzunu çıkıyormuş. Akıllı insanların olduğu gruptan bir temsilci söz alarak: 
“Diken yapan hastalığa çare bulunana kadar durumu kabullenelim ve karşıdakine zarar vermeden önlemler alarak birlikte çalışmayı öğrenelim. Gerekmedikçe de evde kalalım!” 
    Bu kadar basit bir çözüm olamaz diye diğerleri karşı çıkmış. Günlerce tartıştıktan sonra öneri kabul edilmiş. Gerçekten de insanlar öyle ustalaşmışlar ki karşıdakine zarar vermeden, dikenleri batırmadan birlikte barış içinde yaşamayı ve çalışmayı öğrenmişler.     Aylar ayları kovalamış…İnsanların vücudundaki dikenler bir gün aniden dökülmeye başlamış. Neden böyle olduğunu kimse çözememiş. Kral ülkede şenlikler ilan etmiş. 
    Uzak doğuda yaşayan bir bilge kişi saraya davet edilmiş. Kral olan biteni anlatmış.
    Bilge kişi:
“İnsanlarınız arasındaki husumet ve nefret bu hastalığa davetiye çıkarmış. Barış ise tedavi etmiş.”
“Bundan sonra tercih sizin…”
    Kral gruplaşmayı yasaklamış herkese adil ve eşit davrandığı bir yönetimi benimsemiş. Kendi yetkilerini kısıtlayarak meclisin seçtiği kişilerin ülkeyi yönetmesinin yolunu açmış. 
    Ülkede herkes kısır çekişmeler yerine, hoşgörüyle, daha iyi olmak ve çocuklar için yapılması gerekenleri konuşur olmuş…



11. "Altın Madeni Ördek"

    Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde ülkenin birinde kral, eşinin ölümünden sonra başkasıyla evlenmeyeceğine dair bir karar vermiş. 
    Ancak gönül bu… Kral ülke içi bir gezi sırasında hizmetçilerden birine sırılsıklam âşık olmuş. Öyle ki tahtını da tacını da oğluna bırakıp hizmetçiyle evlenerek bir köyde yaşamaya başlamış…    
    Yemyeşil  ormanları, gölleri, nehirleri, madenleriyle çok zengin bir ülkeymiş…Yeni kral tahta çıkar çıkmaz yeni bir anlayış getirmek iddiasıyla projelerini duyurmuş…
    Ormanları olmayan başka ülkelere bir gemi dolusu altın karşılığı ormanları satmış…Onlar da ağaçları kesmeye başlamışlar. Kral gelen altınlarla kendine daha büyük şatolar, kaleler yaptırmış. Bu projelere o kadar çok altın harcanmış ki yetmemiş…Kral bunun üzerine diğer ülkelerin çiftçilerini ve tüccarlarını  iş yapması için davet etmiş, onlara her türlü kolaylığı sağlamış. 
    Bu arada ülkesinin çiftçileri ve tüccarları ağır vergiler altında inim inim inliyormuş. İflaslar başlamış. Çiftçiler topraklarını yabancılara satıp tarım işçisi olarak başka diyarlara çalışmaya gitmiş…Aileler parçalanmış.  Kimin umurunda… 
    Kral ülkenin en yüksek dağına çok uzaklardan  görülecek bir kule inşa etme kararını vermiş. Altınlar yetmedikçe ülkede ne var ne yok her şeyi satışa çıkarmış. Gel gelelim hazıra dağ dayanmıyor…Geride bir şey kalmayınca kara kara düşünmeye başlamış.
    Danışmanlarına emirler yağdırmış: 
“Tez elden bu duruma bir çare bulun!”. 
“Evet efendim sepet efendim!” demeye alışmış danışmanlar çare bulamamışlar. İçlerinden biri bilge bir kişiden söz etmiş. Onu hemen şatoya davet etmişler. Kralın karşısına çıkarmışlar.     
    Kral durumu anlatmış. Bilge kişi dinlemiş ve ona demiş ki: 
“Bir zamanlar bir köyde fakir bir karı koca varmış. Bir gün kümeslerinde çirkin mi çirkin bir civciv görmüşler. Aslında civcive de benzemiyormuş. Zamanla civciv büyümüş çirkin ama heybetli bir ördek olmuş. Bu ördek gagasıyla topladığı çeşitli bitkileri midesinden gelen özel bir sıvıyla ıslatıp çamurla karıştırıp yumak yapıyormuş. Karı koca neyin nesi bu yumaklar diye sağa sola göstermiş. Meğer her yumak dertlere deva bir ilaçmış. Karı koca onları satarak kısa zamanda çok zengin olmuş. Adam şımardıkça şımarmış. Daha fazla altın kazanmak için Çirkin Ördeği kesip midesine bakmış. Orada özel sıvı kesesini bulamamış. Ördek de altınlar da gitmiş.”
    Kral bilge kişiye: “Desene altın yapan ördeği kestim!”
Bilge kişi:
“Toprak verimli, su bol, yeni maden yatakları bulunabilir. Her şeye yeniden başlayın! Üretken yatırımlarla çiftçinin, işçinin, tüccarın gönlünü kazanın. Yabancılara verdiğiniz imtiyazları kaldırın!”
    Kralın bu tavsiyeleri dinlediğini mi sanıyorsunuz. 
    Bilge kişiyi apar topar zindana attırmış. Aldığı borç altınlarla kraliyeti de zengin ülkelere teslim etmiş. Kukla kral olarak ülkesini felakete sürüklemiş…
    Eski kral gözlerini kör eden aşkıyla köyünde yaşamaya devam etmiş. Bir kurtarıcı çıksın diye bekleyen halk da yoksullaştıkça yoksullaşmış…




10. "Kil Kedisi"

    Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde ülkenin birinde kral amansız bir hastalığa yakalanmış. Şifacılar, büyücüler çare bulamamış. Ülkede yaşayanlar ise sürgündeki prensin tahta geçmesini istiyormuş.
    Kral anket çalışmaları yaptırıp halkın desteğinin azaldığını anlayınca çok öfkelenmiş. Hasta yatağından yeni yasaklar, vergiler koymuş. Muhalifleri zindana attırmış. Bu da yetmemiş. Ülkedeki her köprü başına bir Deli Kumrul denilen çete üyesi yerleştirmiş. Deli Kumrul’lar geçenden bir gümüş, geçmeyenden bir altın alıyorlarmış. 
    Gel gelelim, kralın ömrü vefa etmemiş…Büyük bir cenaze töreni yapılmış.
    Derin saray ekibi, tahta başkaları geçeceğine, sürgündeki prensi ülkeye getirmeye karar vermiş. Ancak onu topal ördek yapıp tüm faaliyetlerini kontrol edeceklermiş.
    Uzatmayalım…Prens başa geçmiş. Saray ileri gelenleri onun bir an önce evlenip en az altı çocuk yapmasını söylemişler. Ancak ortada gelin adayı yokmuş henüz…
    Derin saray ekibi bir eğlence düzenleyip ülkenin 18 yaşındaki bütün genç kızlarını davet etmiş.
    Gelelim masalımızın diğer kahramanına…
    Ülkenin en zengini, kocasını yıllar önce kaybetmiş bir kadınmış. Çirkin mi çirkin üç kızıyla bir konakta yaşıyormuş. Kadın konağın hemen yakınında, kilden çanak çömlek imalatı yapıyormuş. Çok sayıda işçiyi köle gibi karın tokluğuna çalıştırıyormuş. Konağın işlerini de anne ve babasını kaybetmiş güzeller güzeli Kinderella yapıyormuş. Konağın sahibi üç çirkin kızı Kinderella’ya “Kil Kedisi” diyor, kıskançlıklarından onu her fırsatta cezalandırıyorlarmış. 
    Zavallı Kinderella gidecek bir yeri olmadığı için de tüm zorluklara katlanıyormuş.
    Günlerden bir gün Kinderella pazar alışverişinden dönerken bir ağacın altında baygın yatan bir ihtiyar görmüş. Ona testiden su vermiş, yüzünü yıkamış…Yaşlı adam kendine gelmiş. Kinderella çantasından çıkardığı meyvelerden ikram etmiş.Adam teşekkür etmiş. Onun hayat hikayesini dinlemiş. Kinderella saraydaki eğlenceye katılmak istediğini ama konaktakilerin ona izin vermeyeceğini de söylemiş. Verseler bile uygun kıyafetlerinin olmadığından yakınmış.
    İhtiyar adam ona merak etmemesini, eğlencenin olduğu akşam evdekiler saraya gittikten sonra arka bahçenin kapısına çıkmasını söylemiş. Kinderella buna bir anlam verememiş ama çok da meraklanmış. 
    O akşam söylenildiği gibi yapmış. Bir de ne görsün “Beni baştan yarat!” yazılı bir tabelanın olduğu bir atlı araba bekliyormuş. Arabadan yaşlı adam ve üç kişi inmiş. Bunlar gezici bir tiyatro grubuymuş. Kinderella’yı bir sandalyeye oturtmuşlar. Saçını, makyajını yapmışlar, prenseslere layık bir elbise ve gümüşten ayakkabı giydirmişler…
    Kinderella şaşkınlık içindeymiş. Derken beyaz atlıların ve özel muhafızların kullandığı altın varaklı bir araba gelmiş. Ekip gece yarısından önce geri gelmesini değilse zengin birinin deposundan gizlice aldıkları her şeyin depo bekçisi tarafından fark edileceğini söylemiş.
    Muhteşem güzelliğiyle saraya giden Kinderella hayran bakışlar arasında büyük balo salonuna girmiş…Kendini Miana olarak tanıtmış.
    Yaşadığı evin sahibesi ve üç kızı da Kinderella’yı tanıyamamış. Onlar da hayranlıkla bu güzelliği izlemişler. Prens bütün gece yalnızca Miana ile dans etmiş.
    Zaman akıp gitmiş. Gece yarısına yaklaştığını geç fark eden Kinderella makyajını tazelemek bahanesiyle prensin yanından telaşla ayrılmış. Koşar adım sarayın merdivenlerinden inerken gümüş ayakkabılarından biri ayağından çıkıvermiş. 
    Ayakkabıyı bırakıp arabaya binmiş.
“Beni baştan yarat!” ekibi konağın arka bahçe kapısında bekliyormuş. Kinderella düşürdüğü ayakkabıdan bahsetmiş. Ekip, “olan oldu” demiş…Diğer teki de ona bırakmışlar. Her şeyi aldıkları depoya götürmüşler.
    Prens, Miana’yı ararken gümüş ayakkabıyı bulmuş. 
Ertesi gün bu gizemli güzeli aramak üzere yollara düşmüş. Gümüş ayakkabı ayağına uyan ve öbür tekine sahip kim olursa onunla evleneceğini söylemiş.
    Prens ve ekibi ev ev dolaşıp Kinderella’nın yaşadığı konağa gelmiş. Konağın sahibi dahil üç kızı kocaman ayaklarıyla gümüş ayakkabıyı giymeye çalışmışlar. Ama olmamış.
    Prens tam ayrılacakken temizlik yapan Kinderella’yı görmüş. Yüzü gözü kirli, tanınmaz haldeki kızın da denemesini rica etmiş. Ev sahibesi onun Kil Kedisi adında bir engelli olduğunu söylese de  Prens ayakkabıyı denemesinde ısrar etmiş.
Herkesin şaşkın bakışları arasında ayakkabı Kinderella’nın  ayağına uymuş. Kinderella diğer teki de çıkarıp giymiş. Ev sahibesi ve kızlar bayılıp oldukları yere yığılıp kalmışlar.
    Prens, Kinderella ile muhteşem bir düğünle evlenmiş. Kinderella  konaktakilerin düğüne katılmasına ve ara sıra saraya gelmesine izin vermiş.
    Prens ve akıllı Kinderella saraydaki entrikacı grubu ve derin saray ekibini dağıtarak ülkeyi yönetmiş. Bir kız çocukları olmuş. Adını Miana koymuşlar. Miana sarayda değil  halkın arasında yaşamış.
    Kinderella “Beni Baştan Yarat” ekibini de unutmamış. Saray bütçesinden ayırdığı fonla  onların gençlere ve engellilere mesleki kurslar vermelerini, tiyatro sahnelemeye devam etmelerini söylemiş.
    Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.


9. "Cinokyo ve Sonokyo"

    Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde birbiriyle  savaşan biri kuzeyde diğeri güneyde iki komşu ülke varmış. Aslında iki ülkenin halkının birbiriyle alıp veremediği yokmuş. Aynı coğrafyada tarım yapıyor, avlanıyor, ticaretle uğraşıyorlarmış. Husumet krallar ve çıkar çevreleri arasındaymış. Kaç kral gelip geçtiyse bir türlü barış sağlanamamış. 
    Güneydeki ülkenin kralının çocuğu olmamış. Sarayın ileri gelenleri gelecek adına taht için endişe duyuyorlarmış. 
    Bu durumdan haberdar olan Kuzey ülkesinin kralı büyücülerini toplayıp bir plan yapmış. Ustaların ustası bir büyücüyü Güney Ülkesine gizlice göndermişler. Büyücünün görevi dünyada nadir bulunan Afatora ağacından yapacağı kukla bebeği canlandırarak kralın çocuğu olarak tahta geçirmekmiş. 
    Güneyin kralının saray efradı ülkenin dört bir yanına haber göndererek kralın çocuk sahibi olmasını sağlayacak her kimse ona bir servet vereceğini duyurmuşlar. Kuzeyden gelen büyücü de tam o sırada bir derviş kılığında saraya girerek ağaçtan çocuk projesini paylaşmış. Ancak buna kimse inanmamış. 
    Kral çaresizlik içinde “Denesin bakalım. Olmazsa kellesini alırız!” demiş.
    Casus büyücümüz nadir bulunan Afatora ağacının yerini tarif etmiş ve kalın bir dal kesip getirmelerini söylemiş. Ülkenin en hızlı atlıları dört nala gidip Dervişin istediklerini getirmiş. 
    Derviş sarayın marangozhanesine kapanmış bir hafta sonra Cinokyo adını verdiği kuklayı tamamlamış. Kral merakla bekliyormuş.
    Kral kuklayı görünce çok sinirlenmiş. “Vurun Dervişin kellesini!” diye kükremiş. Derviş yaka paça götürülürken aman dilemiş… 
“Kralım, eğer parmağınızdan bir damla kanı kuklaya damlatırsanız canlanır.” 
    Kral cellata durmasını söylemiş. Dervişin dediğini yapmışlar. Mucize gerçekleşmiş. Kukla canlanmış. 
    Krala sarılarak “babacım” demiş.
    Bu olayın gizli kalmasına karar vermişler. Dervişi keseler dolusu altınla göndermişler. Dervişin sevinci uzun sürmemiş. Onu bir ormanda pusuya düşürüp zindana atmışlar.
Kralın oğlu olduğu müjdesi tüm ülkeye duyurulmuş.
    Uzatmayalım. Kral yaşlanınca hızla ergenlik çağına gelen Cinokyo tahtı bırakan kralın yerine geçmiş. 
    Kuzeyin kralının büyülü etkisi altında olan Cinokyo saray entrikalarıyla fırsatını bulup babasını sırtından bıçaklamış. Annesini ve akrabalarını sürgüne göndermiş. Halka her gün yalan söylüyormuş. Yalan söyledikçe de burnu uzamaya başlamış. Ne yaptıysa bunu durduramamış. Bu zindana atılan Dervişin lanetiymiş…
    Kral Cinokyo halkı aldatarak ülkesinin topraklarını kuzey kralının topraklarına katmış. Kuzeyin Kralı da onu yanına almış. Ancak ileride başına dert olur diye uzun burunlu Cinokyo’yu ağaç kurtlarıyla dolu bir kafese kapatarak ortadan kaldırmış.  Kuzeyin kralı böylece muradına ermiş. Bu zaferden sonra zevki sefa içinde yaşamaya başlamış. Halkın sorunlarını unutmuş. İşsizlik ve yoksulluk almış başını gitmiş.
    Masal burada bitmiyor…
    Zindana atılmış olan derviş bir fırsatını bulup oradan kaçmış. Afatora ağacından bir kukla yapmış, kendi kanıyla da canlandırmış. Ona Cinokyo’nun tam karşıtı bir kişilikle Sonokyo ismini vermiş.
    Sonokya her gün bir yaş büyüyerek bir cengâver olmuş. 30 gün sonra büyücü Sonokyo’yu normal insanlar gibi yaşlanacağı şekle sokmuş. 
    Sonokyo Kuzeyin kralına karşı hoşnutsuz yoksullardan oluşan bir orduyla savaş açmış. 
Yaşlı kral savaşı kaybetmiş. 
    Sonokya iki ülkenin başına geçmiş. Çağrı yaparak kuzey ve güney ülke halklarının birlikte ya da ayrı yaşama konusunda karar verme özgürlüğü talebini haklı bulmuş. Kendisinin de seçimle ülkeyi yöneteceğini söylemiş.
    İki ülkenin halkı aynı topraklarda kendi içlerinde özgür, diğer ülkelere karşı birlikte hareket etme kararını vermişler.
    Sonokyo evlenmiş çocukları olmuş. Ancak bu çocuklar hiçbir zaman bir hanedan oluşturmamış. 
    Halkın seçtikleri ülkeyi yönetmeye devam etmiş…




8. "Kral ve Köylü"

    Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde savaşlarla, darbelerle, kıtlıkla, doğal afetlerle, ekonomik krizle boğuşan bir ülke ve o ülkenin kralı varmış. Kral kargaşa ortamında ülkeyi yönetmekten yorulmuş. Sağlığı da sık sık bozuluyormuş. 
    Bu kralın köylü gibi giyinip, gizlenerek, yanında bir korumayla halkın arasında her yere girip çıkma, hakkında ne konuşulduğunu dinleme alışkanlığı varmış. 
    Bir gün kır kahvesinde bir köylüyle tanışmış. Köylüyü ne kadar zorlarsa zorlasın kralın aleyhine hiçbir şey söyletememiş. Arkadaş olmuşlar. Bizim köylü sürekli olarak yabancı tohum, gübre, at, öküz, yem fiyatlarından, sulama parasından, tefeci tüccarın yok pahasına satın aldığı ürünlerinden yakınmış durmuş…Ülkenin kurtuluşunun üretime bağlı olduğunu söylemiş…
    Sohbetin koyulaştığı bir an köylü arkadaşını evine davet etmiş. O da kabul etmiş. Kralın koruması da onları uzaktan izliyormuş.
    Köylü soğan, yufka, süzme yoğurttan yapılmış ayran, mısır ekmeği, bulgur pilavından oluşan bir yer sofrası hazırlamış. Birlikte sohbete devam etmişler. Köylü tarlasını, bahçesini gezdirmiş, ahırdaki Sarıkız’la, eşi ve çocuklarıyla tanıştırmış misafirini…                Ağaçtan elma, kiraz, erik toplamışlar… 
    Akşama doğru köylü kılığındaki kral izin istemiş. Köylüyü de iki gün sonra evine davet etmiş. Köylü yolu bilmediğini söyleyince, merak etme öğrenirsin demiş…
    İki gün sonra köylü duyduğu nal sesleriyle  evinin önüne çıkmış. Etrafında altı muhafızıyla 12 atlı, altın, elmas, zümrüt ve yakutlarla kaplı bir araba kapısının önünde duruyormuş.
    Köylü çok şaşırmış. Belli ki sarayın arabasıymış. “Acaba ne suç işledim” diye düşünürken komutan buyur etmiş. Köylü eşi ve çocuklarıyla vedalaşmış. Onlara belindeki para kesesini vermiş. Gelemezse komşu köydeki kardeşinden yardım istemelerini söylemiş.
    Araba bir saat kadar yol almış…Köylümüz bir de bakmış ki gerçekten sarayın azametli kapısından giriyorlar.
    Kapı açılmış. Karşılayan arkadaşı meğer kralın kendisiymiş. Şaşkınlık içinde kalakalmış…Kral neden öyle davrandığını anlatmış.
    Sarayın yüzlerce odasından birinde mükellef bir sofraya davet etmiş bizim köylüyü.  Her yer muhafızlarla doluymuş. Büyücüler etrafta tütsülerle, garip hareketlerle ayin yapıyorlarmış. 
    Bizim köylü altın varaklı bir sandalyeye eğreti oturmuş. Önündeki yiyeceklerden hangisini tadacağını da şaşırmış. Kral yemeden önce, her lokmasını, içtiği suyu bile bir görevli tadıp sonra krala sunuyormuş. 
    O sırada  büyük bir gürültü kopmuş. Kral birden masanın altına kaçmış. Darbe oluyor sanmışlar. Muhafızlar etrafı sarmış. Meğer sağanak yağmurla şimşekler çakıyor, gök gürlüyormuş. Bahçeye de yıldırım düşmüşmüş…
    Köylümüz gerginlik içinde aç kalkmış sofradan…Birlikte tarlası büyüklüğünde bir havuza bakan balkona geçmişler. Orada dünyanın değişik yörelerinden gelen çeşitli meyvelerden yapılmış tatlılar yemişler. 
    Ayrılırken köylü krala elin uzatarak:
“Ben soğanımı, bulgur pilavımı senin bir kuş sütünün eksik olduğu sofrandan daha huzurlu bir ortamda yerim. Sarayın senin olsun! Hadi gel krallığı bırak da bizim köye gidelim…”
    Kral bir an için köylünün uzattığı eli tutmak için uzanmış. Bir süre düşünmüş…
    Kabul edeceğini mi sandınız yoksa! O sadece masallarda olur…
    Kral zengin ettiği akrabalarını, lüks içinde yaşayan çoluğunu çocuğunu, eşini dostunu, iş yaptığı ağaları düşünmüş. Köylüyü yolcu etmiş. 
    O günden sonra bir daha hiç karşılaşmamışlar.



7. "Yalancı Bahçıvan"

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, ülkenin birinde bir bahçıvan yaşarmış. 

Bu bahçıvan bölgedeki tüm köylünün varını yoğunu elinden alan toprak ağalarının çok kıymetli tarlasına, bağına, bahçesine bakar, kargalardan, keçilerden, çekirgelerden, hırsızlardan korur, sular-gübreler, çapalar ve budarmış…Ürünleri de ambarlarda depolarmış…Bu hizmeti karşılığında da aldığı altınları komşu ülkede bir tefeciye verir ayrıca faiz geliri elde edermiş.  Elindekilerle de mükemmel bir hayat sürermiş. 

Tüm bahçe ve bağ sahipleri malına mülküne bir zarar gelirse haber almak için  gözün görebildiği aralıklarla odun öbekleri hazırlamışlar. Bunlar ülkenin her tarafına yayılıyormuş. Her öbek başına da bir gözcü dikmişler.  Bahçıvana da tehlike anında bu öbekleri ateşe vermesini söylemişler.

Bahçıvan yaptığı işten bir gün sıkılmaya başlamış. ”Rahat battı!” derler ya! O da heyecan verecek planlar yapmış. 

Bir gece her bağın bahçenin odun öbeğini ateşe vermiş…Diğer gözcüler de durur mu, onlar da kendi öbeklerini ateşe vermiş. Tehlike uyarısını alan toprak ağaları adamlarını toplayıp atlarına atlayıp bahçıvanın yanına gelmişler.

Bahçıvan da ufukta gördüğü toz bulutundan korkup haydutlar saldırıyor diye haber verdiğini, sonradan tehlike olmadığını anladığında ateşi de yakmış bulunduğunu söylemiş. Ağalar görevini yaptığı için ona bir şey dememiş, dönmüşler evlerine. Bahçıvan onlar gittikten sonra arkalarından nanik yapmış, gülmekten yerlere yatmış… 

Aradan bir hafta  geçmiş Bahçıvan yeniden ateşi yakmış. Ağalar atlılarıyla gelmişler. Bahçıvan bu sefer de ufukta gördüğü toz bulutunu çekirge sürüsü sandığı için ateşi yaktığını söylemiş…
Ağalar görevini yaptığı için bu sefer de ona bir şey dememiş dönmüşler evlerine. Bahçıvan bu oyundan büyük keyif almış. 

Bir gün bölgeye çevrede nam salan haydut çetesi saldırmış. Bahçıvan ateşi yakmış. Diğer gözcüler de öyle. Ancak ne gelen var ne giden… Toprak ağaları bahçıvanın yanıldığını düşünüp harekete geçmemişler. Haydutlar da her şeyi bi güzel yağmalamışlar…

Sonra ne mi olmuş?

Bizim bahçıvan paçayı kurtarmak için rüşvetler dağıtarak sınırdan geçmiş, komşu ülkeye kaçmış.
Toprak ağaları da kraldan yardım istemiş. Kral da komşu ülkenin kralına söylemiş. Komşu ülkenin kralı da kendi adamını zindanda tutan krala onu serbest bırakması karşılığında bahçıvan için pazarlığa oturacağını söylemiş. Ancak Bahçıvanın kaçtığı ülkenin  kralı ona muhteşem bir şato vermiş. Onu komşu ülkenin kralına karşı koz olarak kullanmaya devam etmiş.

Bu işler sürerken iki ülkenin kralından başlayarak tüm yöneticilerinin kirli çamaşırları da ortaya dökülüvermiş.



6. "Kral Ucube!"

    Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, ülkenin birinde bir Kral yaşarmış. Ülkeyi o kadar kötü yönetiyormuş ki, söylediği her söz yalanmış.  O kadar da aç gözlüymüş ki canı ne isterse onu yaparmış. Beğendiği araziye, tarlaya, mala, mülke el koyar, karşı çıkanları zindana atarmış. Ülkenin bir köşesinde kendi halinde yaşayan, herkesin çok sevdiği bir köylünün de canını yakmış. Her şeyini elinden almış.  Köylü de çaresiz o diyarı terk etmeye karar  verip  yollara düşmüş. Günlerden bir gün karşısına ak sakallı bir adam çıkmış. Adam çıkınındaki ekmekten bir parça  istemiş. Köylü de son kalan ekmeğini ona vermiş. Ak sakallı ekmeği yedikten sonra köylüye demiş ki:
“Sen iyi bir adamsın. Benden bir dilekte bulun!”
Köylü de açgözlü kralın ona yaptıklarını anlatmış. Sonra da kralın her yalan söylediğinde  çirkinleşmesini dilemiş. Ak sakallı yoluna devam etmiş. Bizim köylü de başka bir yola…
Yol boyunca çok sayıda köyden, kasabadan, şehirden geçmiş. Her yerde kralın uzun süredir ortalıkta görünmediğinden bahsediliyormuş.
Gelelim kralın sarayında neler olduğuna:
Kral yalan söyledikçe burnu uzamış, kamburu çıkmış, kulakları sivrilmiş, iki büklüm olmaya başlamış. Bu durumda meydanlara çıkamaz olmuş. Ülkenin dört bir tarafına haberciler gönderilmiş. Gizlice büyücü, sihirbaz kim olursa  bu sorunu çözecek insanlara bir servet teklif edilmiş.
Nihayet dört kardeşten oluşan bir büyücü topluluğu, kralın derdine çare bulacaklarını söylemişler. Sarayda onlara özel bir oda ayrılmış. Kralın emriyle de ne isterlerse verilmesi söylenmiş.
Dört büyücü kralı şifalı banyolara sokmuş, ilaçlar vermiş, soğuk suda yıkamışlar. Tedavi için diyerek kralı kamçılamışlar, büyülü sözlerle de tokatlamışlar. Kral iyileşeceğini düşünerek bütün bunlara ses çıkarmamış. Krala da asla aynaya bakmamasını söylemişler. Kralın yanından ayrılınca da onu nasıl dövdüklerini konuşup gülüyorlarmış. 
Büyücüler sarayda zevk ve sefa içinde günler geçirmişler. Nihayet, krala çok sağlıklı ve yakışıklı olduğu müjdesini vermişler:
“Yüce kral, birazdan size bir ayna getireceğiz. Siz akıllı bir insan olduğunuz için yakışıklı olduğunuzu göreceksiniz. Aptal ve ahmak olanlar ise sizi bir ucube olarak tarif edecekler.”
Kral aynanın karşısında dönmüş durmuş. Ama  iki büklüm halinden, kamburu, sivri kulağı ve uzun burnundan başka bir şey görememiş. Afallamış. Büyücülere belli etmemiş. Onlara bu kadar yakışıklı olmasını sağladıkları için teşekkür edip 10 kese altın vermiş. Kralın dalkavukları da  hayranlıklarını dile getirmişler 
Halkın arasında büyük törene katılacağı duyurulmuş. Kulaktan kulağa gazetesiyle de akıllı insanların kralı yakışıklı  göreceği, aptal ve ahmakların göremeyeceği haberi yayılmış.
Nihayet büyük gün gelmiş. Kral sarayın çıkışında sağlı sollu dizilmiş kalabalığın arasında yürümeye başlamış. İnsanlar “çok yaşa yakışıklı kralımız!” diye tezahürat yapıyor, çığlıklar atıyormuş. Kral arabasına yaklaşırken önüne küçük bir çocuk fırlamış:
“Annneee, bu kambur, sivri kulaklı, koca burunlu adam kral mııı?” diye bağırmış. 
Halk da: “ bu kambur, sivri kulaklı, koca burunlu adam bizim kralımız mı?” diye çocuğa eşlik etmiş.
Koro halinde: “Kral ucuubeee”diye bağırmaya  başlamışlar.  
Kral aldatıldığını anlamış ama iş işten geçmiş…Hiç bozuntuya vermemiş. Altın varak, zümrüt, safir ve elmaslarla kaplı, 12 beyaz atın çektiği, batıda en iyi ustalarca yapılarak  ülkesine getirdiği son model arabasına zor atmış kendini. 
Büyücüler de bu arada altınlarla başka bir ülkeye kaçıvermiş. Kral üzerindeki lanetle bir süre daha yaşamış ve tanınmayacak bir hale dönüşerek ölüp gitmiş. 
Yerine yıllar önce sürgüne gönderdiği iyi yürekli kızı geçmiş. Halk da o günden sonra rahat bir nefes almış.




5. "Hırsızlı Köyün Kavalcısı"
Bir varmış, bir yokmuş halkı huzur içinde yaşayan büyük bir köy varmış. Köyün  beyi hastalanmış…Bu Bey halkı tarafından çok sevilirmiş. Tedavisi için ülkenin her yerinden doktorlar gelmiş. Bitkisel tedavi yapanlar bile. Ancak Bey ölmüş. Çocukları olmadığı için de ağa olan küçük kardeşi başa geçmiş. Ağa pek de sevilmiyormuş. Bir süre sonra köye rüşvetçi, soyguncu, sahtekâr, dolandırıcı olan bir çete dadanmış. Bunlar tüm zenginlikleri yağmalıyorlarmış. Ağa da gizlice bu çeteyi yönetiyormuş. Köyün ileri gelenleri  bu durum karşısında hiçbir şey yapamıyormuş.  Gel zaman git zaman bu köyün adı  Hırsızlı Köy diye çıkmış... 
Günlerden bir gün köye at arabasıyla gezen bir çalgıcı gelmiş. Bu çalgıcı arabasının üzerinde oluşturduğu sahnede konser verir, tiyatro yapar ve hayatını böyle kazanırmış…
Köyün muhtarı onu karşılamış. Çay içmeye davet etmiş. Sohbet almış yürümüş. Muhtar çalgıcıyı samimi bulunca köydeki çeteden söz etmiş. 
O da: 
“Eğer bana bir kese altın verirseniz köyü hırsızlardan  temizlerim.” demiş. 
Muhtar bu sözü köyün yaşlılarıyla paylaşmış. Köy halkı da çalgıcının bu teklifine çok sevinmiş. Hırsızlardan  kurtulmak için hemen bir kese altını muhtara teslim etmişler. Altınların muhtara teslim edildiğini öğrenen çalgıcı başlamış kavalını çalmaya. Kavaldan o kadar güzel bir ses çıkıyormuş ki köydeki hırsızlar  akın akın çalgıcının etrafına gelmeye, büyülenmiş gibi etrafında dizilmeye başlamışlar.
Bütün hırsızların etrafında toplandığını gören çalgıcı at arabasına atlamış dağlara doğru sürmüş. Kavalı çaldıkça da hırsızlar peşinden gidiyormuş. Az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş dağlar arasındaki bir geçitten geçince kavaldaki nameleri değiştirmiş. Hırsızlar dağların ardındaki bu bölgede etrafa çil yavrusu gibi dağılmışlar.
Çalgıcı da onları orada bırakıp köye dönmüş. 
“Altınlarımı alıp büyük şehre gider kendime iyi bir orkestra kurarım” diye düşünüp muhtarın yanına gelmiş. Ancak muhtar oyunbozanlık yapıp türlü bahanelerle kavalcıya altınları vermemiş. Kendisinin kandırıldığını anlayan Çalgıcı başlamış kavalını çalmaya. Kaval sesini duyan bütün köydeki gençler de Çalgıcıyı takip ediyormuş. Çalgıcı gençleri balta girmemiş bir ormana götürmüş. Köyde hiç genç kalmamış. Bağ, bahçe, tarla işlerini de yaşlılar yapamamış.  Analar, babalar başlamışlar kara kara düşünüp çare aramaya. Toplanıp muhtara gelmişler:
”Gençler Çalgıcının  peşine takılıp gitti, ona altınlarını vermeliydin. Ne yapacağız şimdi? ” diyerek muhtara kızmışlar.
Çalgıcı  muhtara gidip altınları istemeyi düşünmüş. Ancak ormandan ayrılırken kavalını  yanına almayı unutmuş. Sihirli kavalı bulan bir genç kavalı çalmaya başlamış. Bütün gençler toplanmışlar. Kavalı çalan genç yaşadıkları köyün yolunu biliyormuş. Kendisi önde diğer gençler arkasında köye gelmişler. Gençleri gören anneleri, babaları çok sevinmiş ve şenlikler düzenlemişler.
Gençler, muhtara yaptığının haksızlık olduğunu, çalgıcının altınlarını vermesi gerektiğini, değilse ona karşı direniş yapacaklarını  söylemişler. Muhtar gençleri dinlememiş. Bunun üzerine gençler köy meydanında toplanmışlar. Ağanın adamları da onları durduramamış. 
Günlerce süren direniş sonrasında ağa muhtarı görevden almak zorunda kalmış. Yeni muhtar köy halkının ezici çoğunluğuyla seçilmiş. Ağa istemeye istemeye yeni muhtara razı olmuş. Yeni muhtar Çalgıcının altınlarını vermiş. 
Altınlarını alan Çalgıcı da kurduğu hayali gerçekleştirmek için köyden ayrılmış. 
O günden sonra köyde yolsuzluk sona ermiş. Yeni muhtar köyün tüm kaynaklarını nerelere harcadığını her fırsatta açıklıyormuş. Köy halkı huzur içinde yaşamaya devam etmiş.





4. "Alim Baba ve Kırklar Çetesi"

    
    Bir varmış bir yokmuş…Memleketin birinde Alim Baba isimli bir çerçi varmış. Eşeği üzerine yerleştirdiği bir tezgahla köy köy dolaşıp mal satarmış. Kap kacak, sabun, baharat, incik boncuk varmış tezgahında. Gittiği her köyün halkı Alim Babayı çok severmiş ve dört gözle beklermiş. 
Alim Baba köye her gelişinde çocuklar etrafına toplanırmış. Çünkü harika hikayeler anlatırmış. Mübarek, tiyatro sahnesindeymiş gibi canlandırırmış.
Günlerden bir gün Alim Babanın yolu ormandan geçiyormuş…Birden gürültüler duymuş. Eşeği bir ağaca bağlayıp sesin geldiği yöne doğru gitmiş…
Bir tepenin üzerinden aşağı baktığında büyük bir kayanın önünde bir grup insanın daire şeklinde oturmuş toplantı yaptığını görmüş. Toplantıda 40 kişi saymış. Meğer bunlar ülkenin en zengin ailelerinin oluşturduğu Kırklar Çetesiymiş… Daha önce duymuş ama inanmamışmış…Bunlardan biri de padişahmış. Sırayla konuşuyorlarmış. Alim Baba kulak kesilmiş. Her konuşan kendini tanıtıp söze başlıyormuş. Tefeciler, Tüccarlar, Toprak Ağaları, Komisyoncular, Büyücüler, Maden, Kervan ve Değirmen sahipleriymiş. Her biri halkından ne kadar altın çaldığının hesabını veriyormuş. Konuşmasının sonunda da yanındaki çantadan altın keseleri çıkarıp ortaya koyuyor ve “birliğimiz yaşasın!” diyormuş.  Alim Baba toplantı sonunu merakla beklemiş. Son konuşmacıdan sonra ortaya konulan altın keselerini el arabasına yükleyip büyük kayanın önüne dizilmişler. Padişah kayaya doğru yürüyüp yüksek sesle:
“Altınların gücü adına açıl kasam açıl!” diye bağırmış.
Büyük bir gürültüyle kaya dönmüş ve bir kapı açılmış. Kırklar Çetesi içeri girmiş. 
“Altınların gücü adına kapan kasam kapan!” dediklerinde kayanın kapısı kapanıvermiş.
Alim Baba sabırla neler olacağını beklemiş. 
Saatler sonra Kırklar Çetesi neşe içinde dışarı çıkmış ve:
“Altınların gücü adına kapan kasam kapan!” diyerek kapatmışlar.
Her biri atlarına, develerine binerek oradan ayrılmışlar.
Alim Baba bir süre bekledikten sonra kayanın önüne gelerek:
“Altınların gücü adına açıl kasam açıl!” diye bağırmış.
Kapı gürültüyle açılmış. İçeri girmiş bir de ne görsün. Her taraf küpler dolusu altınla, gümüş paralarla, mücevherlerle doluymuş. Bir bölmede çok sayıda tapu belgesi varmış. Listede yoksullaştıkça borçlanan işçi, köylü, esnaf, küçük memur, küçük tüccar ve yoksulun adı yazılıymış. Borcunu ve faizini ödeyemediğinden el konulan tarlasının padişah mühürlü tapusunu da bulmuş.
Eşeğinin üzerindeki malları indirip yerine taşıyabileceği kadar altın, gümüş, mücevher yüklemiş. Tapuları da yakmış. Birkaç sefer daha gelip eşek yüküyle oradan ayrılmış.
O günden sonra eşeğiyle köy köy mal satmaya devam etmiş. El koyduğu hazineyi de malını Kırklar Çetesine kaptırmış insanlara gizlice dağıtmaya başlamış. Evden gelen sevinç çığlıklarını duyarak mutlu oluyormuş.
Kırklar Çetesi hazineden eksilenleri aralarından birinin yaptığından şüphelenip birbirlerine düşmüşler. Kendi kolluk güçleriyle savaşa başlamışlar. Padişah canını zor kurtarıp ülkeden kaçmış. Halk da bundan yararlanıp haraç ödemelerine son vermiş. 
Ülke başsız kalınca padişahın sarayına el koymuşlar. Seçimlere karar vermişler. Alim Babayı seçerek ülkenin başına geçirmişler. Mağaradaki tüm hazine ülke halkı için kullanılmış.
Herkesin alın teriyle çalışıp kazandığı mutlu bir ülke olmuşlar.

     
  


3. "Kadife Prenses ve Yedi Bilge"

    Ülkenin birinde Demokrazi adında bir prenses varmış. O kadar zarifmiş ki halk ondan Kadife Prenses diye söz ediyormuş…
    Kral olan babası aniden ölünce üvey annesi tahta geçmiş. Bir gecede dönüşüm geçiren Kraliçe ilk iş olarak meclisi kapatmış.
Kendisine karşı çıkanları zindanlara attırmış. İnsancıklar sefalet içindeymiş. İsraf içinde yaşamaya ve ülkeyi de zorbalıkla yönetmeye başlamış.
    Kraliçe kendini çok beğenirmiş. Dünyanın en büyüğü olduğunu ilan ettirmiş… Büyücülerden oluşan danışmanları her sabah ona övgü seansları düzenlermiş.
    Kraliçe, güzel ve akıllı Demokrazi’den nefret ediyormuş. Onun her türlü yetkisini kısıtlamış. Zavallı Prensesin saraydan dışarı çıkmasını yasaklamış. Bu baskıları yeterli bulmayan Kraliçe, 
Demokrazi’yi ülkenin en vahşi ormanındaki sarayına göndermeye karar vermiş.
    Güvenlik komutanına, kaza süsü vererek, Prensesi taşıyan arabayı uçurumdan yuvarlamasını emretmiş.
    Her şey planlandığı gibi gitmiş. Arabayı, dibinde bir nehir olan uçuruma yuvarlamışlar. Prensesin öldüğüne inanılarak aramaktan vazgeçilmiş. Kraliçenin danışmanları olan büyücüler de karanlık güçlerle bağ kurarak Prensesin yaşadığına dair işaretler almamışlar.
Üç gün yas ilan edilmiş. Sahte bir cenaze töreni düzenlemişler. Kraliçe üzgün görünsün diye gözüne soğan suyu damlatmışlar.
    Bütün bunlar olurken, kaza sırasında başını çarpan Prenses baygın biçimde nehirde sürüklenmiş, ta ki ihtiyar balıkçı bulana dek.
    Balıkçı, ölü sandığı genç kızı kayığına almış. Nefes aldığını görünce nehrin göle döküldüğü yerdeki eve götürmüş. Orada bilimden nefret eden Kraliçeden kaçan yedi yaşlı bilge yaşıyormuş.        Bilgeler hayatlarını insanlığa adayarak araştırma geliştirme çalışmaları yapıyorlarmış. Her biri “Astronomi, Biyoloji, Tarih, Siyaset Bilimi, Ekonomi, Mühendislik, Madencilik” konularında uzmanmış. Kadife Prensesi hemen tanımışlar. Darbeci Kraliçenin yaptığı kötülükleri biliyorlarmış.
    Demokrazi’yi tedavi etmek için kolları sıvamışlar…Günlerce uğraşmışlar ama Kadife Prenses sonsuz bir uykuda gibiymiş…
    Gel zaman git zaman durum değişmemiş. Yedi Bilge son çare olarak Prensesi kötü kraliçenin sürgün ettiği sarayın eski doktoruna götürmeye karar vermişler. Onu, kendi yaptıkları camdan bir kutuya yerleştirip at arabasına yüklemişler. Uzun bir yolculuğa çıkmışlar…
    Günlerce süren yolculuk sırasında karşılarına bir grup asi asker ve beyaz atı üzerinde bir cengâver çıkmış…Bu Cengâver halkı kötü Kraliçeden kurtarma mücadelesi verenlerin lideriymiş. Atından inip Prensesin yanına gelmiş. Bilgeler durumu anlatmışlar…
    Cengâver, göz yaşları içinde, Prensesi yattığı yerden kaldırmış ve ona hayal ettiği mutlu ülkeyi anlatmaya başlamış…Saatlerce dil dökmüş…Eşitlik ve adaleti, sağlıklı çocukları, özgür basını, insan haklarını, ormanları, doğayı korumayı, barış içinde kardeşçe bir arada yaşamayı…
    Birden bir mucize gerçekleşmiş…Demokrazi’nin gözleri açılıvermiş…Yedi Bilge sevinç içinde çığlıklar atmışlar…
    Ne mi olmuş?
    O günden sonra Cengâver ve Demokrazi kötü Kraliçeye karşı tüm halkı birleştirerek zafer kazanmışlar. Demokrazi genel seçimle başa geçerek yeniden meclisi açmış. Büyücüleri saraydan uzaklaştırarak faaliyetlerine son vermiş. Yedi Bilge de danışma kurulunun üyeleri olmuş. 
    Evlendiler mi diye merak ediyorsunuz…
    Hayır…Ülkenin emin ellerde olduğuna inanan Cengâver, başka ülkelerdeki zalim kral ve kraliçelere karşı verilen mücadelelere katılmak için, yollara düşmüş…  


                   

2."Sokak Çalgıcıları"

    
    
Böyük ağaya ve çocuğuna yıllarca hizmet etti. Bağına, bahçesine gözünün bebeği gibi baktı. Yaşlanınca kapıya koydular kimsesizi… O da çıkınını aldı yollara düştü. 
Bir süre yol almıştı ki çeşme başında kaval çalan birine denk geldi. Yaşlanınca işten çıkarılan bir çobandı. 
“Hemşerim ben böyük şehre gidiyorum. Orada saz çalıp para kazanacağım, sen de kavalınla katıl istersen. Geçinir gideriz…”
Yola devam ettiler…
Aradan çok geçmemişti, yanık yanık türkü söyleyen, omuzunda asılı davuluyla yürüyen, bastonlu biri çıktı önlerine. 
Yaşlandığı için işten atılan bir değirmen işçisiydi…
“Hemşerim böyük şehre gidiyoruz. Orada saz, kaval çalacağız, sen de türkünle, davulunla katıl istersen. Birlikte kazanırız…”
Yola devam ettiler…
Hava karardı. Ormanın derinliklerinde mola verdiler. Çıkınlarındaki yiyecekleri paylaştılar. Sıra uyumak için uygun bir yer bulmaya geldi. Uzakta bir ışık gördüler. Yaklaşınca masallardaki gibi büyük bir evle karşılaştılar. Belli ki sahibi varlıklı biriydi…
Girişteki pencereden bakınca bir de ne görsünler: odayı aydınlatan koskoca bir şömine ateşi ve önünde bir grup takım elbiseli möhim adam, üzerinde deste deste para olan bir  masanın etrafına toplanmışlar. 
Möhim adamların iri yarı olanı diğerlerine paraları paylaştırıyordu…
Kulak kesildiler:
“İhalelerden gelenler bunlar. Diğer çuvalda yapılaşmaya açılan arazilerin   komisyonları var. Çalışmaya devam beyler!”
Bunların bir haydut çetesi olduğunu anlayıp var güçleriyle davula vurmaya, uzun havaya, saz ve kaval çalmaya başladılar…
Haydutlar baskına uğradıklarını sanıp apar topar kaçtılar evden…
Üç kafadar içeri girip mutfaktaki enfes yemekleri bir güzel yediler.
El koydukları paraları çocuklara, yaşlılara ve yoksullara dağıtmaya karar verdiler…
Aradan günler geçti…
Böyük şehirde sokak sokak konser veriyor, el koydukları parayı da gizlice ihtiyaç sahiplerine dağıtıyorlardı.
Haydutlar bu yardımları yapanların peşine düştü. Ama bir türlü yakalayamadılar.
Yöre halkı için bir kahramandı onlar…



1.“Kırmızı şapkalılar”

    Köy halkı eve kapanmış, salgının geçmesini bekliyormuş.
Kırmızı şapkalı iki arkadaş gizlice ormanda yürüyüşe çıkmış. 
Vaktin nasıl geçtiğini anlamamışlar. 
Dönüş zamanı geldiğinde yolu bulamamışlar… 
Oraya buraya derken karşılarına bir kulübe çıkmış. Kapıyı çalmışlar. 
“Kim o?”
“Biz orman kenarındaki köyden…Yolumuzu kaybettik de…”
“Girin!”
Pencere kenarındaki ahşap koltukta bir adam oturuyormuş.
Küçük kafasında kulaklarının ve burnun büyüklüğü ürkütücüymüş. Ağız burnun altında kaybolmuş. Gözler ise yüzün kalan kısmını kaplamış irilikleriyle. Eller ise kocamanmış… 
Cılız bir sesle: “Oturun!”
Çocuklar şaşkın kalakalmışlar…
“Önce bu bakışların aradığı cevabı vereyim.”
Her şeye burnumu soktuğum için burnum büyüdü. Koku alma yeteneğim de gelişti. Siyasete atıldım. Aleyhimde olanların kokusunu alıp tasfiye ettim. Çevreme kulak kabarttıkça onlar da büyüdü. 
Teknolojiyle herkesi izlemeye ve dinlemeye başladım.
Komisyon ve rüşvet aldıkça ellerim kürek gibi oldu. Güçlendikçe servetimi büyüttüm.  
Tırnaklarım karşı çıkanları cezalandırdıkça uzadı ve keskinleşti. 
“Yıllar geçti. Yaşlandım. Çevrem terk etti. Bi başımayım!” 
“Önceden olsa sizi fena cezalandırırdım!”
Pencereden ulu bir ağacı işaret etti. 
“Onun aşağısındaki patikayı takip edin. Teneke kutuya da para bırakın, yol tarifi karşılığı!”
Evden koşar gibi uzaklaştılar…







Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mikro Öyküler

Kuş Sesleri ve Kebap