Dokunuşlar

İçindekiler
  1. Unutur mu?
  2. Deve  Gerçekten Kindar Mı?
  3. Dev anası

                             


1.UNUTUR MU?

Babam Reşit Selçuklu’dan…

     Babam, hayvan sevgisiyle Veteriner Fakültesini seçtiğini söylüyor. Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesinde okurken yazları babasının Malatya’daki kuruyemiş dükkânında tezgahtarlık yaparmış. Geceleri evlerde elektrik olmadığı için de köydeki sokak lambası altında ders çalışırmış.
         Yeşilyurt’un Gündüzbey köyündeki  Kayısı, Kiraz, Dut, Erik ağaçlarının olduğu, asma bahçeleriyle çevrili iki katlı ev tatilde okul yorgunluğunu attığı tek yermiş. Bahçe içinden gürül gürül akan dere kenarında, ağaçlarının altında, yanında ailenin tüm sevgisini kazanan, yol kenarında yaralı bularak tedavi ettiği henüz minicik yavru olan köpeği Karabaş varken uyumanın verdiği  keyfi hiçbir yerde bulamamış. Köpeğiyle işe geliyor, birlikte dönüyorlarmış. Ankara ona bu tadı hiç vermemiş...
         Ticaret hayatının da ilgisini çekmediğini belirtti…Hele parasını birkaç gün içinde ödeyeceğini söyleyerek yüklü bir mal alıp sonradan  ortadan kaybolan  müşteri, köpeğini de yanında götürünce iyice soğumuş.
         Dedem de  dolandırılma sonrasında “biz babamızdan güven ve söz üzerine iş yapmayı öğrendik…Ne yazık ki devir değişiyor… Ticarette bu türü durumlar oluyor…“ diye yakınıp durmuş.  Ancak onun için tek kayıp Karabaş'mış…Onu aylarca aklından çıkaramamış.
         Babam nihayet  Veteriner Hekim olarak mezun olmuş. Asıl sevindirici haber  Malatya’ya tayininin çıkmasıymış. O yıl içinde geçici görevle Hekimhan ilçesine gönderilmiş.
Babam anlatmaya devam ediyor:
         “Bir gün Aşağı Girmana denilen köyde hastalık takibi için yola çıktım. Köy otobüsüyle iki saatlik bir yolculuktan sonra ana yolda indim. Köy birkaç kilometre ötedeydi. Elimde hekim çantası yürümeye başladım. Köye yaklaşmıştım ki  kocaman bir köpeğin havlayarak üzerime doğru koştuğunu gördüm.  Bu arada arkadan bir köylü elini kolunu sallıyor “aman bey dikkat!” diye bağırıyordu. Kendimi korumak üzere yerden bir taş alarak beklemeye başladım. Köpek 3-5 metre yaklaşmıştı ki saldırgan tavrı birden bire değişiverdi, havlamanın yerini adeta sevinç içeren seslere dönüştü. Etrafımda oyun hareketlerine, ayaklarını uzatmış yalanmaya başladı.            
        Köylü hayretler içinde “beyim bu hayvan  köye yabancı sokmazdı, nasıl bir iş bu anlamadım “ dedi. Kim olduğumu, nereden geldiğimi sordu. Anlattıkça köylü de başını ağır ağır sallıyordu. Meğer babasının malını alıp borcunu ödemeyen, köpeği de alan  kendisiymiş. Köpek ilk sahibini olarak beni hemen tanımıştı.  
            Köylü bu utancının bedelini ödeyeceğini söyledi ve köpeği teslim etti".
Köpekler yıllar geçse de kendilerini seven, onlara bakan sahiplerini unutur mu? 


                      



2. DEVE GERÇEKTEN KİNDAR MI?
Babam Reşit Selçuklu'dan...

İğde ve sümbüllerin kokularıyla birbirleriyle inadına yarıştığı güzel bir bahar sabahıydı. Ağaçlar arasında kaybolan Hükumet binasındaki Mütevazı  makam odasına  gelen KahramanMaraş’ın Pazarcık ilçesi hükumet Veterineri Reşit Selçuklu, hemen arkasından hizmetlinin getirdiği tiryakisi olduğu tavşan kanı çayı yudumlamaya başlamıştı.
Altı ay önce tayin olduğu Anadolu’nun  bu küçük ilçesinde  yörede kısa sürede  organize ettiği hayvan sağlığı çalışmalarının gururunu taşıyordu. Köylünün kaç hayvanını amansız hastalıklardan kurtarmıştı…Biliyordu ki hayvancılıkla uğraşan köylü kendine bu kadar dikkat etmez, varsa yoksa tek serveti malı için çaba gösterirdi.
Günlük iş programı hayli yüklüydü. Önemli ameliyatlar, kontrole gidilecek köyler, muayeneler, aşılamalar….
Daima açık tuttuğu oda kapısında birden  şapkasını iki eli arasında sıkıştırmış mahcup haliyle beliren orta yaşlı köylü, onu daldığı düşünce dünyasından çıkarıverdi…

Adam ezile büzüle “beyim bizim deve çok hasta, elini ayağını  öpeyim onu kurtar”. Deve acil olarak getirilmiş  dışarıda bir ağaç gölgesinde beklemektedir. Veteriner Hekim alelacele muayene çantasını alır ve köylüyle dışarı çıkarlar…

İnleyen hayvan  5 adamın bağladığı halatlarla  zor zapdedilmektedir…Muayene için devenin yere yatırılması gerektiğini söyler. Halatlarla bağlı deve  güçlükle yatırılır. Hayvan yerde debelenmektedir. Veteriner Hekim  boyun tarafındaki ana damarlar üzerinde kanamakta olan, kokuşmuş ve kurtlanmış yumruk büyüklüğünde bir ur tespit eder. Ameliyat için gerekenleri hızla yaparak uru alır ve yarayı diker. Köylüye de birkaç gün sonra dikişlerini almak ve kontrol için deveyi getirmelerini  söyler.

Birkaç gün sonra köylü yardımcılarıyla deveyi getirmiş dışarıda beklemektedir. Veteriner Hekim yanından hiç ayırmadığı çantasıyla 5 kişinin arasında halatlarla sarılı duran devenin yanına gider. Köylüler tam iplere asılarak hayvanı yere yıkmaya teşebbüs ettiklerinde  beklenmedik bir şey olur. Deve veteriner hekimi görür görmez kendiliğinden yere uzanarak boynunu uzatıverir. Köylüler şaşkın kalakalmıştır…Dikişleri zorlanmadan alan hekim yarayı güzelce temizler…
Der ki:

“Gerçekten develer kindar mıdır? Birine “Deve kini tuttuğunu” söylerken bir kez daha düşünmek gerek…



                    


3. DEV ANASI
Konya’nın ilçesi Yeşil Ereğli’nin en iyi okulunda okuyordum. Okul müdürümüz çalışmalarıyla yılın öğretmeni olmuş başarılı bir öğretmendi. Sıradan bir öğrenci olarak aklım fikrim okul dönüşü  arkadaşlarımla meyve ağaçlarıyla çevrili bahçemizde oynamaktaydı. Derslerle aram hiç iyi değildi. Kirada oturuyorduk. Evimiz bir bahçe içindeki üç evden biriydi. Tam ortada iki katlı pembe badanalı olan ev sahiplerininkiydi. Diğer ikisinde biz ve terzilik yapan bir komşumuz oturuyordu. Ev sahibi karı kocadan çok korkardım. Sık sık beni arkadaşlarımı bahçeye sokmamam konusunda uyarırlardı. Bahçedeki onca ekşi elma, beyaz kiraz, kayısı, kiraz ağaçta kurur kimseye vermeye kıyamazlardı. Ayrıca ev sahiplerimizin bulunduğumuz yer dışında çok büyük tarlaları ve bahçeleri de vardı. Ev sahibine çevre esnafı  “Ali Ağa” diye hitap ederdi.
Elmalar toplama zamanında bizim bulunduğumuz bahçe içinde bir çardak altında yığılırdı. Bu yığın giderek elma tepelerine dönüşürdü. Oradan da soğuk hava depolarına aktarılırdı. Ben de mahallenin çocuklarını yüksek duvarla çevrili bahçeye gizlice sokar onlarla birlikte elma tepelerinden aşağıya yuvarlanırdık. Elma yığını üzerinde yatarken birer kere ısırıp yenisini elimize alacak kadar da aç gözlü davranırdık. Bazen de her birimiz kiraz, beyaz kiraz ve dut ağaçlarına çıkar bir yandan yerken öte yandan fısıltıyla sohbet ederdik. En riskli ağaç beyaz kirazdı. Çünkü ev sahiplerinin balkonun tam hizasına geliyordu.

Ali ağanın karısı aşırı şişmanlığıyla, kocaman kıpkırmızı yüzüyle  masallardaki dev analarına benzerdi. Ondan da çok korkardım. Ama gene de koydukları yasakları çiğnemekten zevk alırdım. Kadıncağız bizim konuşmalarımızı duyup üst katın bahçeye bakan geniş penceresini açıp “Soneeer…Soneeer.. Yine mi yaramaz arkadaşlarını bahçeme topladın… Şimdi yanına geliyorum, kulaklarını öyle bir çekeceğim ki!” demekten öte hiçbir şey yapamazdı. Şişmanlığından dolayı kolayca hareket edemiyordu. Aşağıya ininceye kadar da biz toz olurduk. 
Ancak bir keresinde Ali Ağaya yakalandım. Kulağımı öyle bir çekti ki bir an duyduğum seslerden gerçekten kökünden koptuğunu zannettim. O gün bütün gün acı içinde inlerken annemlere hiçbir şey söyleyemedim. O günlerde çekilmiş  resimlerimde kulağımın bir tanesi yelken gibi sırıtır. Acaba gerçekten Ali ağanın eseri miydi? Neyse ki şimdi ikisi de uygun biçimde duruyor... 

Meyvelerin dalında kuruyuşunu seyredip de başkalarına vermemelerinin ne tür bir anlayış olduğunu hala merak ederim.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mikro Öyküler

Büyüklere Masallar

Kuş Sesleri ve Kebap