Seçmeler



İçindekiler
  1. Kararsızlığın sefaleti
  2. Alışkanlıklar
  3. Sizin Hafızanız, Bir Kentin Hafızası
  4. Kitaplar ve Biz...İnsan Neden Kitap Okur?






1. KARARSIZLIĞIN SEFALETİ
Tüm zamanın size ait olduğu, yataktan ne zaman kalkacağınıza sizin karar verdiğiniz bir gününüz oldu mu?
Ne müthiş bir şey?
İşte o gün, tembellik hakkımı kullanmak istiyorum diyebilirsiniz…Ama ağzınız kurudu, midenizden gurultular geliyor…Kahvaltı zamanı? Önce duş mu alayım yoksa bunu sonra mı yapayım? Kahvaltıda ne yiyeceğim? Bugün aldığım kaloriye dikkat edeyim? Spor salonuna mı gideyim, hava güzel parkta yürüyüş mü yapayım ya da sabah kahvaltıyla birlikte TV’de bir film mi izleyeyim? Acaba hangi filmi izlemeliyim? Konser albümünü mü dinleyeyim?
Bütün bunları yatakta düşünüyorsunuz…Bir karar vermelisiniz yoksa zaman akıp gidiyor…Zamanı düşünmek de insanı strese sokan ayrı bir baskı konusu.  Tembellik hakkını kullanırken kararsız kalırsanız bayağı sıkıntı çekiyorsunuz. Ama benden daha kötü durumda olanlar varmış...
Aşağıdaki olaya ne dersiniz?
"12 Katlı bir apartmanda yaşıyorum. Geçen gün alet ve edevatların bulunduğu, uzun süredir gelişigüzel kullandığım bodrumdaki depoyu düzenlemeye karar verdim. Tam asansöre binmek için evin kapısına yönelmiştim ki gözüme girişteki dolabın üzerinde duran mektup yığını ilişti. Önce şunlara bir göz atayım sonra depoyu düzenlemek için aşağı inerim dedim. Deponun anahtarlarını masaya bıraktım ne kadar reklam, broşür, gereksiz kağıt varsa çalışma odamdaki çöp sepetine atmak istedim. Ancak  çöp sepetinin dolu olduğunu fark ettim. Önce sepeti boşaltmaya karar vererek, elimdeki kağıt yığınını masaya bıraktım. O sırada cep telefonuma mesaj geldi. İnternet hizmeti aldığım ve otomatik ödeme yapmayı unuttuğum servis sağlayıcıdan borç hatırlatması yapıyordu. Bilgisayarımın olduğu masaya gidip çalıştırdım. Bu arada kuruyan boğazım nedeniyle mutfağa gidip buzdolabını açtım. Ne yazık ki su şişeleri boştu. Su bidonundan içeyim bari dedim. O da boşalmıştı. Dolapta kalan acılı şalgam suyunu görünce nasıl sevindiğimi anlatamam…Telefon açıp su siparişi verdim. Şalgamı bardağa doldurup bilgisayarımın başına geçtim. Çalışma masam evrakla doluydu. Şalgam dolu bardağı dökerim korkusuyla mutfağa gidip tepsi alayım dedim. O sırada salondaki ve koridordaki bitkilerin boynunu bükmüş susamış hallerini görünce balkondan sürahiyi almak istedim. Balkon kapısını açarken kaç zamandır arayıp da bulamadığım iade edeceğim bavulun fişi yerde duruyordu. Çok sevindim…Fişi hemen götürüp çalışma masama koyayım diye düşündüm. Cebime koydum, yoksa gene kaybedeceğim. Hele şu çiçeklere su vereyim de...
Banyoda sürahiyi doldururken rafta uzaktan kumandayı gördüm, biri burada bırakmış. Biliyorum, akşam televizyon seyredeceğim zaman harıl harıl arayacağım ve banyoda gördüğümü unutacağım. Dur, önce götürüp bu uzaktan kumandayı salona, televizyonun yanına koyayım diye tam karar verdim ki, su kabı elimde, hele çiçeklere su vereyim de öyle yaparım dedim… Aceleyle çiçekleri ilk suladığım saksıdan yerlere su döküldü. Çamurlu su halıyı kirletmesin diye uzaktan kumandayı banyodaki rafın üstüne bırakıp bir bez aldım, yerleri sildim. Ama bu arada ne yapacağımı unuttum... Ardından ayakkabımı giyip dış kapıya doğru yürüdüm...Tam dışarı çıkmıştım ki komşum, haylice yaşlı teyze karşıma çıkıverdi…Evdeki bazı ampulleri değiştirmemi rica etti. Ancak elinde uygun ampul yoktu. Bir koşu gidip ampul satın alarak teyzenin işini hallettim. Ne de olsa yalnızdı, çocuklarının biri yurt dışında diğer ikisi de farklı şehirlerde yaşıyordu. O sırada telefona gelen bir mesajda daha önce gönderdiğim bir dosyanın karşı tarafça alınamadığını bildiriyorlardı. Tam da toplantı yaparlarken gerekmiş. Acil ve önemli olduğu belirtiliyordu. Hızla eve dönüp bilgisayardan dosyayı bulup yeniden göndermek istedim.
Asıl felaket şimdi başlıyordu. Anahtarı üzerime almamıştım. Neyse cep telefonumda en yakındaki çilingirin telefon numarası vardı. Onu çağırdım. Gelmesi ve kapıyı açması tam iki saatimi aldı.
Akşam olduğunda, depo düzenlenmemiş, internet borcum ödenmemiş, çiçekler susuzluktan boynunu bükmüştü. Ayrıca, sabahtan beri yapmayı kafaya koyduklarımdan hiçbirini yapmadığım halde, nedense yorgunluktan ayaklarıma kara sular inmişti."(Bir arkadaşın kara gününden alıntı) 
Kararsızlığın sefaleti herhalde böyle bir şey diye düşündüm.







2.ALIŞKANLIKLAR
"Bizi biz yapan nelerdir?" dediğimizde karakterimizi oluşturan birçok faktörün yanında uygulamada ortama göre şekillenen  kişiliğimizin, onu da oluşturan alışkanlıklarımızın sonucundan bahsettiğimiz bilinen bir gerçek. 

Alışkanlıklar, tekrarlama sonrası doğal hale gelerek benimsenen, zamanla bizi oluşturan,  öğrenilerek edinilmiş davranışlardır. Öyle ki yapamadığımızda bizi rahatsız edecek kadar da yaşamımızın bir parçası olurlar. Kısaca biz alışkanlıklarımızın bir fonksiyonuyuz diyebiliriz.

Bir başka açıdan alışkanlıklar, öğrenme sürecinin basamaklarını oluşturur. Düşünebiliyor musunuz, böyle bir yeteneğimiz olmasa her defasında her şeyi yeniden öğrenmeye başlayacaktık. 
Neleri alışkanlık haline getiriyoruz? İşte size bazı örnekler:
  • Sözlü ve sözsüz ifade şeklimizi
  • Evi kullanma şeklimizi
  • Eğlence anlayışımızı
  • Yatakta yatış şeklimizi
  • Evde oturduğumuz koltuğu, kanepeyi
  • Kullandığımız aracı 
  • Telefonu
  • Markaları
  • Ofis masamızı, üzerindeki bibloyu, duvardaki tabloyu
  • Ofis koltuğunu, odayı 
  • Kullandığımız araç ve gereci
  • Arkadaşlarımızı
  • Yaşadığımız şehri
  • İşe ve eve geliş-gidiş yolumuzu
  • Dinlenme tarzımızı
  • Giyim tarzımızı
  • Saç modelimizi
  • Yemek seçimlerimizi
  • Yemekten sonra kahve içmeyi
  • Duş almayı
  • Alışveriş yaptığımız yerleri
  • Kuaförümüzü, kasabımızı
  • Okuduğumuz kitap türlerini
  • İzlediğimiz sinema ve TV programlarını
  • Sanatçı, solist, müzik grubunu
  • Gazete, dergi ve yazarları
  • Sporla ilgili seçimlerimizi
  • Yönetici olarak yöntemlerimizi
  • İletişim şeklimizi
  • Sigara, alkol ve diğer bağımlılıklarımızı
  • Tepkilerimizi
Özellikle çevreyle kurduğumuz iletişim, dünya görüşümüz, deyim yerindeyse  bizi tanımlayan ana kolonları oluştururken, tutumlara dönüşerek kişiliğimizin dışarıdan algılanan göstergeleri olmaktadır.  Öte yandan, bütün alışkanlıklarımızın, yaşamımızın her evresinde kendimizi konumlandırmaya çalışırken ihtiyacımızı karşılamalarının da mümkün olmayabileceği söylenebilir. Bazıları olumlu, bazıları olumsuz olabilir. Yeni koşullar bazen eski alışkanlıkların terk edilmesini ve yenilerinin kazanılmasını gerektirebilir. 

Sağlığınızla ilgili kötü işaretler zorunlu olarak sigarayı bırakmanızı sağlayabilir. Keşke böyle olmasa...İşte bu noktada zorlu bir değişim yolculuğu başlayacaktır. Ne ki, kişiyi kendisinden başka hiç kimsenin değiştiremeyeceği kesin bir gerçektir. 

Zorlamayla yapılan değişimin kalıcı olmayacağını, baskı unsurunun ortadan kalkmasıyla eskiye kolayca dönüleceğini tahmin edersiniz. Alışkanlıkların değişimi içeriden gelen istek ve motivasyonla olur. Kişinin ikna olması, günün gereklerine uygun bir değişime ihtiyaç duyduğuna inanması gerekir.





3.SİZİN HAFIZANIZ, BİR KENTİN HAFIZASI
Hafızanızda neler var? Unuttuğunuz şeyler oluyor mu? Onları yeniden nasıl hatırlıyorsunuz? Kaybettiğiniz bir şeye neden üzülürsünüz? Arka arkaya sorduğum soruların tek amacı var, o da, sizi siz yapan, karakterinizi oluşturan, geliştirdiğiniz kişiliğinizin ve yaşamanızın parçaları olan şeylerin farkına varmanızı sağlamak. Bir deprem, ya da yangın sonrası can kaybı olmadan, geçmişine ait her şeyi kaybeden bir insanın neler hissedebileceğini tahmin edebilir misiniz? Fotoğraf albümleri, kaset, video film, CD, onun için değerli olan hediyeler, eşyalar, giysiler…

Geçmişinizle ilgili her eşya acı, tatlı, sevinçli anlarımızın izlerini taşır. Eskileri karıştırdığınız bir gün, bir kitap arasından çıkan sararmış bir fotoğraf, dikişleri kopmuş bir bez bebek, tekerlekleri kırılmış kırmızı oyuncak kamyon sizi bulunduğunuz yerden alır geçmişe götürüverir. Duygular o anı yeniden yaşıyormuşçasına tüm benliğinizi sarar. 50-100 yıllık bir ağaç üzerine kazınmış harfler eski aşkınızı, sütunlu, kemerli taş bir yapı kaybettiğiniz bir öğretmeni, bir parktaki ağaç altındaki tahta bank eşinizin evlenme teklifini hatırlatabilir.

Yazı bulunmadan önce yaşlı kuşaklar ezberledikleri geçmişlerini şarkılarla, türkülerle gençlere anlatarak nesilden nesile taşınmasını sağlamışlar. Zamana meydan okuyan taş yapılar inşa edilmiş, simgeler kullanılmış, heykeller yapılmış, dağa taşa resimler çizilmiş. Günümüzde her anı kaydetmek ve küçücük bir sabit diskte saklamak, geçmişi bir başkasıyla paylaşmak ne kadar da kolay? Doğduğunuz evi, salıncak kurduğunuz ağacı, oyun oynadığınız parkı, su içtiğiniz çeşmeyi aradınız mı? Kaldıysa mahallenizi, içinde ne var diye merak ettiğiniz perili evi…

Park ve ağac Kişisel hafızamızın önemli bir parçası yaşadığımız kentin, ülkenin fiziki dokusuyla kurduğumuz bağlarda saklıdır. Fiziki dokunun her parçası geçmişin bilgisini üzerinde taşır. Bunlar yok edildiğinde, yerine yeni ağaçlar dikilse, parklar, daha modern binalar yapılsa bile hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Orada tarih yeni kuşaklar için yeniden yazılmaktadır. Kaybolanlar şu gök kubbede hoş bir seda olarak eski kuşakların zihinde, kitaplarda, çeşitli ortamlarda anılarda yaşamaya çalışacaktır. Ya o günlerin duygularına, heyecanına, yeni bir başlangıcı yaratan ruhuna ne olacak?

Fransız Devriminin başladığı Bastil Hapishanesini kim görmek istemez ki? Bugün yerinde yeller esiyor…İstanbul'un surları yoksa her yıl 29 Mayısın coşkusu sürdürülebilir mi? Kordon boyunu koruyamazsak gelecek kuşaklara İzmir’in işgaline karşı canı pahasına direniş başlatan Hasan Tahsin’i nasıl anlatırız? Modern kentleşme adına önceleri ağaçlardan görülemeyen binaların olduğu şehirlerde, günümüzde inşa edilen kulelerin gizlediği biçare ağaç topluluklarını nasıl açıklarız? Peyzaj tasarımıyla ödüllendirilmiş ama ruh kazanmamış parkları, tarihe şahitlik etmiş, sevginin kucakladığı insanlara şemsiye olmuş ağaçların olduğu sembol parkların yerine nasıl yerleştiririz?

Psikolojik veya fizyolojik bir travmayla insan hafızasını yitirebiliyor. Doğru tedaviyle de yeniden hatırlaması sağlanabiliyor. Müziğin,çevrenin,yakınlarının, kullandığı eşyanın,iyileşmede etkisi çok fazla. Peki, kent meydanları, parkları, köprüleri, çeşmeleri,sokakları ortadan kalktığında ne olur?Şehir yaşayanların hafızasında duygularıyla yaşarken yeni kuşaklar için yalnızca belgelerde yaşar. Yerine yapılanlar ise zamanla geçmişi unutturur. Kentleşme derken güzel anılarla dolu geçmişi silmeyelim, kastlaşmayalım. Toplumsal kaynaşmanın önüne geçmeyelim.







4. KİTAPLAR VE BİZ-İNSAN NEDEN KİTAP OKUR?
Herkesin yedi yaşında öğrendiği yıllarda Annem okuma yazmayı beş yaşımdayken öğretmişti. Siyah oyma ayaklı sehpa benim ilk sıram oldu. Alfabeyi sökmemle birlikte masal ve hikaye kitapları hayal gücümün esin kaynağıydı. İlkokul 1. sınıfta kısa sürede sınıf arkadaşlarımdan öne geçmiştim. Bu, okuldan sıkılma gibi, benim üzerimde olumsuz bir etki bırakmadı. Defterlerime özenle yazmayı, okula koşarak gitmeyi hep sevdim. 


60’lı yılların ilk yarısıydı... Bir akşam babam kolları arasında kocaman bir paketle eve geldi. Ablam, kız kardeşimle birlikte ucundan berisinden yırtarak heyecan içinde paketi açtık. Yeşil ciltli Hayat Ansiklopedisiyle ilk kez o zaman tanıştım. Buna benzer bir heyecanı 70’li yıllarda evimize ilk siyah-beyaz televizyon geldiğinde de yaşadım. Hayat Ansiklopedisinin evimizin başköşesine yerleşmesinden sonra okuldan eve dönüş bir başka coşkuydu.

Eve gelir gelmez yere uzanır bir yandan elma yerken -Konya/Ereğli elması tadı halâ damağımda- diğer yandan ansiklopedinin sayfaları arasında kaybolurdum. Bu durumu fark eden babam bir hamle daha yaparak kısa bir süre sonra eve renkli Gökkuşağı ansiklopedisini getirmişti. Aynı sayfaları dönüp defalarca okuduğumu hatırlıyorum. Ablamın kartpostal koleksiyonu, benim pul koleksiyonum bize bu merakı aşılayan o ansiklopedilerin eseriydi.

İlk ve ortaokullu yıllar çocuk ve gençlik serilerini içeren kitaplarla haşır neşir olduğum dönemlerdi.Kaşağı, Tom Sawyer, Guliver'in seyahatleri, Siyah Lale, Monte Cristo Kontu, Robinson Crusoe; Jules Vern'nin "Aya Seyahat, Arzın Merkezine Seyahat, 80 Günde Devri Alem, Balonla Beş hafta, Denizler Altında Yirmi Bin Fersah, İki Sene Mektep Tatili" kitaplarını kaç kez okuduğumu tahmin edemezsiniz. Edmond De Amics'in "Çocuk Kalbi" kitabını okurken göz yaşlarımı tutamamıştım. 

Çocuk ve gençlik klasiklerini tamamlarken ortaokulun son döneminde ülkemiz edebiyatının ünlü yazarlarının kitaplarına başladım. İlk kitabım, Ömer Seyfettin'in "AŞK DALGASI"ydı ve ablam 1968 yılında doğum günümde hediye etmişti. Lise yıllarımda ülkemiz edebiyatının önde gelen yazarlarının kitaplarını bitirdim; Lise son sınıftayken dünya klasikleriyle tanışmam hayata bakış açımı derinden etkiledi; "Harp ve Sulh; Sefiller; Suç ve Ceza; Fareler ve İnsanlar; Babalar ve Oğullar; Madam Bovary; Anna Karanina; Karamazov Kardeşler; Ana" gibi birçoğu dünyayı insan-toplum-çevre-düzen açısından irdelememe yardım etti. Tüm üniversite hayatım boyunca da felsefe, sosyoloji, psikoloji ve siyasi yayınlar mesleki kitaplar kadar yaşamımı doldurdu. 

Politikleşmiş bir gençlik üniversitelerde boy gösteriyordu. Dünya ve ülke ekonomisi iş hayatına atılmaya aday gençler olarak bizi idealizmin doruklarına taşıyordu. Bağımsızlık, demokrasi, toplumsal refah, dünya barışı, sömürüsüz bir dünya söylemleriyle doluyduk. Ders aralarında okuduğumuz kitaplar hakkında değerlendirmeler yapıyorduk.

12 Eylül 1980 askeri darbesini izleyen yıllar gençliğin politika dışına itilerek üzerinden silindir gibi geçilmesine şahit oldu. Felsefe ve politikadan uzak yasak yıllardı. Dış dünyadan çok iç dünyamıza dönük kitaplar yaygınlaştı. Sayısız kitap sakıncalı bulunarak yasaklandı. İnsanlar evlerinde kitap bulundurmaktan korkar hale gelmişti.

80’li yıllar ve 90’ların ortaları, öğrenciyken kurduğumuz üretim ve pazarlama işi, aile, okul ve kızımızı büyütme mücadelesi içinde geçti. İş hayatımız çok sayıda engeli aşmak için çözüm arayışlarıyla doldu. Bu dönemlerde okuma performansım en düşük seviyeye inmişti. Ancak asla vazgeçmedim. İş yerimizde de bir kütüphane oluşturduk. Çalışanlarımıza kitap okuma saatleri ayırdık 

AÜ SBF, namı diğer adıyla Mekteb-i Mülkiye, İktisat Bölümü mezuniyeti dünyaya makro bakış açısı kazanmama yardım etti. Okulu bitirdikten sonra da işimizi geliştirmeye devam ettik.

1990 yılların sonuna doğru kişisel gelişim kitapları rafları doldurmaya başladı. Yeni dünya düzeni içinde biçimlendirilmeyi sağlayan, ABD kaynaklı, batı ahlak anlayışının ve kültürünün izlerini hissettiren kitaplardı. Özetle "Birisi yaptıysa sen de yapabilirsin!; Asla Vazgeçme!; Düşün gerçekleşsin!" kalıplarını sloganlaştıran yüzlercesini dikkatle ve seçerek okudum. Felsefi alt yapımın koruma duvarı ve filitreleri altında işime yarayacak tüm bilgileri içselleştirdim. Bu kitaplardan onlarcası halen kitaplığımda duruyor.

90’lı yılların sonuna doğru ilk girişimimize son verip yönetim ve eğitim danışmanlığı konusunda yeni bir girişim başlattık. "Yetişkin öğrenmesi, şirket kültürü, yönetim, strateji, pazarlama, planlama, organizasyon yapıları" konularıyla iş dünyasında yeni bir sayfa açtık. Artık kitaplığımızın raflarında Dünya Gurularının yönetim alanında yazdıkları yüzlerce kitap yer alıyordu. Mesleki açıdan yeniden yapılanma sürecimizi hayat boyu bir öğrenci olma seçimimizle birleştirdik. Her zaman iyi bir öğrenci olmaya karar verdim.

2007 yılında Anadolu Üniversitesi İşletme Bölümünü ikinci üniversite olarak keyifli bir çalışmayla bitirirken, işletmelere mikro ölçekte de yaklaşmayı girişimcilik deneyimimle birleştirerek, profesyonel iş hayatımda yeni bir yön kazandım. İktisat ve İşletme formasyonu okuduğum sayısız mesleki kitap, makale ve araştırma sonuçlarıyla birlikte yönetim danışmanlığı alanında öğrenecek çok şey olduğunu gösterdi.

Başlangıçta ülkemizde ve dünyada milyonlarca kişi tarafından okunan kitapları ben de okumalıyım diye düşünüyordum. Zamanla bir amaç doğrultusunda okuyanlardan oldum... Boş zaman değerlendirme diyerek kitapları hiç küçümsemedim. “Boş zamanlarınızda ne yaparsınız?” sorusuna “Kitap okurum” diyenleri hiç anlayamadım. Anlayamadığım bir başka grup insan da “Elime ne geçerse okurum” diyenler. Düşünüyorum da zihinsel çöplüğe dönmenin yolu böyle açılıyor sanırım. Bir de, "Tavsiye kitap" sendromuna yakalanmadım. Kimin tavsiye ettiğine, neden tavsiye ettiğine, zamanlamaya ve içeriğe dikkat ettim.

Danışmanlık ve Koçluk hizmetlerim sırasında da kişileri tanıyarak, onların ihtiyaçlarına göre kitap ve makale programlarını oluşturuyorum. Programa katılanlardan geri bildirim alarak-vererek gerektiğinde kitap konularında yeniden düzenleme yapıyorum.

Kitapları geçmiş-bugün-gelecek bağlantısı kurma; gerçeğin peşinde koşma; iç dünyamı besleme, mesleğimi, çevremle bağımı güçlendirme; var olma nedenimi tanımlayarak o doğrultuda değişim ve gelişim yanlısı olma adına seçiyorum. Mümkün olduğu kadar okuyacağım kitaplar için yol gösterici olarak gördüğüm başarılı insanlara danışıyorum. Kitap alıp kütüphaneme koymaktan büyük zevk alsam da bunu ihtiyacıma göre kararında yapmaya çalışıyorum. Kitabı hiçbir zaman bir fetiş haline getirmedim. Üniversite yıllarında tanıdığım bir akademisyenin evinde mobilyalar için yer kalmadığını her yere kitap yerleştirdiğini, eşiyle sorunlar yaşadığını gördüğümde bağımlılığın ne demek olduğunu anladım. Üstüne üstlük evinde dağlar gibi yığılmış kitaplarını ödünç olarak vermekten özellikle kaçınıyordu.

Kitap okuduğunu dünya alemin gözüne sokup da davranış ve tutumlarında olumlu değişim görülmeyen insanlar benim için soru işareti oldu… Bu tür insanlar kitap okuma konusunda iyi bir örnek olamıyorlar. Hayat, öğrenmenin uygulamayla gerçekleştiğini her durumda örnekleriyle karşıma getirdi. Öte yandan ofisteki kitaplığına dekor olsun diye metreyle özel ciltli, kalın kitaplar alan insanlar da tanıdım.

Okuma oranının yerlerde süründüğü bu ülkede kitap okumayı sevdirecek yollar bulmalıyız... Normal koşullarda orta öğrenimli bir kişi 1-2 dakikada bir sayfa okuyabiliyor. Her gün en azından 10 dakikasını ayırsa yılda 3650 sayfa okuyabilir. Bu da ortalama 15 kitaba karşılık geliyor. Bunu yaşamının 30 yılında tekrarlarsa neler olurdu? Bu iyimser yaklaşımın önündeki tek engel “Ne için okunacak?” sorusudur. Aklıma, para ödülü olan bazı televizyon programları geliyor. İnsanlar ödül için kısa sürede gitar çalmayı öğrenip; örneğin 100 sözcüğü sırasıyla söylemeyi nasıl da beceriyorlardı… Amaç ve hedef çok önemli. Karnımız acıktığında midemizden gurultular gelir. Düşünüyorum da kitap okumayınca beynimiz arı gibi vızıldasa nasıl bir toplum olurduk…

Oysa televizyon karşısında ortalama beş saat geçiren bir toplumda kitap okuma alışkanlığı nasıl kazandırılacak? Çözüm çok basit… Anne, baba kitap okuyorsa, bunu da keyifli hale getirmişse büyük ihtimalle çocuklar tarafından bu zevkli yolculuk kopyalanıyor. Okul hayatında gelişerek devam ediyor. Bu olmadıysa yetişkinlerin kitap alışkanlığı kazanacağı tek yer, çalıştığı şirketler...

Her şirket bir okula dönüşmeli diye düşünüyorum. İnsan faktörü günümüz rekabetinin temel ekseni. Bundan daha geçerli bir gerekçe olabilir mi? İnsana yatırım yapılmalıdır. Nitelikli insanlar toplumsal faydayı da yükselteceklerdir. Eğer şirket kültürü bu doğrultuda destekleyici bir rol oynuyorsa, kişisel ve mesleki gelişimle ilgili kitap programları, en başta yöneticilerin örnek olmasıyla ihtiyaca göre gerçekleştirilebilir. İş yerinde yöneticiler kitap okuma kültürünü besliyorlarsa çalışanlar üzerinde etkili oluyorlar.

Hangi sektörden olursa olsun, ne yazık ki, hiyerarşinin kademelerinde yükselirken sizin ne kadar kitap, makale okuduğunuzu sorgulayan bir anlayış yaygın değil. Şirket sahipleri için yalnızca işlerin yürüyüp yürümediği önem taşıyor. Üniversite sonrası tek sayfa çevirmemiş, hiyerarşide tırmanmaya devam etmiş yöneticilerin öz güvenlerinin kaynağının makam ve kişilik gücüne dayandığını düşünüyorum. Astları yönlendirmede yapılmaması gereken her şeyi seri biçimde uyguluyorlar...Astlar da mevcut yönetici profilini esas alarak kişisel ve mesleki gelişim konusunda okumayarak, araştırmayarak kötü kopyalama yapıyorlar. Oysa sürdürülebilir kadro kültüründe yetiştiren yöneticilik önem taşıyor. Bu ise yalnızca öz disiplin ve kontrole bağlı olarak yöneticinin kendisiyle başlıyor. Sektörel değil, kişisel farkındalık kişinin okuma ve öğrenmeye devam etmesini sağlayabiliyor.

Kitap okumayan bir yönetici asla kitap tavsiye etmiyor, ağzına kitap sözünü bile almıyor. Doğal olarak yapmadığınız bir şeyi tavsiye etseniz de inandırıcı olamazsınız. Bu durumda beyniniz sizin adınıza bu konuya değinmemenize yardımcı oluyor.

Doğru hedef, doğru yöntem, doğru kişi, doğru kitap, doğru zaman…

Yorumlar

  1. "Kararsızlığın Sefaleti" adeta korona karantina sürecinin de habercisi bir hikaye olmuş. :)

    YanıtlaSil
  2. "İlk ve ortaokullu yıllar çocuk ve gençlik serilerini içeren kitaplarla haşır neşir olduğum dönemlerdi.Kaşağı, Tom Sawyer, Guliver'in seyahatleri, Siyah Lale, Monte Cristo Kontu, Robinson Crusoe; Jules Vern'nin "Aya Seyahat, Arzın Merkezine Seyahat, 80 Günde Devri Alem, Balonla Beş hafta, Denizler Altında Yirmi Bin Fersah, İki Sene Mektep Tatili" kitaplarını kaç kez okuduğumu tahmin edemezsiniz. Edmond De Amics'in "Çocuk Kalbi" kitabını okurken göz yaşlarımı tutamamıştım."

    Aramızda birkaç kuşak farkı olmasına rağmen çocukluğumuzda neredeyse birebir aynı kitapları okumuş olmamız klasiklerin asla ve asla ölmeyeceğini gösteriyor. Dünya döndüğü sürece...

    YanıtlaSil
  3. "Okuma oranının yerlerde süründüğü bu ülkede kitap okumayı sevdirecek yollar bulmalıyız... Normal koşullarda orta öğrenimli bir kişi 1-2 dakikada bir sayfa okuyabiliyor. Her gün en azından 10 dakikasını ayırsa yılda 3650 sayfa okuyabilir. Bu da ortalama 15 kitaba karşılık geliyor. Bunu yaşamının 30 yılında tekrarlarsa neler olurdu?"

    Ne kadar da mantıklı ve doğru bir hesaplama. 10 dakika üzerinden hesaplandığında ve yüzdeye vurduğumuzda acaba Türkiye'de kaç kişi yılda 15 kitap okuyor. Eğitim seviyesi yukarıda dediğimiz kitle için bile geçerli bu.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mikro Öyküler

Büyüklere Masallar

Kuş Sesleri ve Kebap