Kanser Anılarım-Ahmet Karagöz



"Yaşadıklarımı tarih sırası ile  anlatıyorum.  lütfen en baştan başlayın ama herhangi birinden de başlayabilirsiniz elbette."

TEŞHİS
40 Yaşımı geçtiğimde yıllar içinde farkında olmadan biriktirdiğim çeşitli endişelerin toparlanıp, bir araya gelip bana açık meydan okuması sonucu vücudumu daha fazla sorgulama gereği hissetmeye başladım. Çoğu zaman kendi teşhislerimi koyuyor ve sonuçlarını beklemeye başlıyordum. Derin araştırmalarım ve hislerim sonucu bir müddet sonra anladım ki ben kalp hastasıydım. Karımın ısrarı ile gittiğimiz doktorlar ve yapılan testler aksini söylese de beni ikna etmek pek mümkün olmuyordu, her an, her yerde kalp krizi geçirmeye aday biriydim. Hastalığım (veya sağlığım) konusunda ikna olmamamın sonucu tıbbın ne kadar güvenilebilir olabileceğini de sorgulamaya başladım. Yapılan testler yeterli miydi? Testlerin hata oranı neydi? Ben sıkıntı içindeydim ve bana ciddi bir sorunun yok denip duruyordu. Ne yaşarsam yaşayayım ve kendimi nasıl hissedersem hissedeyim sonuçta yapılacak bir şey yoktu. Tıp ve doktorlar sağlıklı olduğumu söylüyorlardı ve buna inanmak zorundaydım.  Kimi zaman inanır gibi yaptım, hormonal dengemin yerinde olduğu zamanlarda inandım, kimi zaman da “ya öyle değilse” demeye devam ettim ve yıllar boyu sürüp giden bir hastalık ve doktor serüveni yaşadım. Ama bu serüven günün birinde, bambaşka, kapkara, yapışkan, bir kabusa dönüştü
Sıradan testlerden birinde görülen, hemoglobin oranındaki düşüklük, “artık vakti de gelmiş” denilerek bir kolonoskopi yapılmasını öngördü. 2 gün sonra, evet sadece 2 gün sonra 15 dakikalık bir işlem sonrası, penceresiz bir odada baygın vaziyetten uyanmaya çalışırken aksanı iyi olmayan bir doktor şöyle dedi:
"orada bir şey var."
"ne yani, ne var?
"bir tümör."
"Peki ne? şey mi?"
"Evet bence kanser. Ama aldığımız parçayı patolojiye yollayacağız 2-3 gün sonra kesin sonucu alırız."
İşte bu kadar!  Teşhis için, böylesi bir sonuç için her şey 15 dakikalık bir teste bakıyor. Kansersin! Bundan sonra yaşadığın müddetçe bambaşka bir dünyanın içinde olacaksın. Soruların cevaplarını bilmediğini düşüneceksin. Hiçbir zaman kendinden emin olamayacaksın. İnsanlara, olaylara, her şeye her nesneye bakışın değişecek, ne kadar dirensen de başka bir insan olacaksın. Hiç kuşkusuz daha bencil, duyarlılık ve duyarsızlık kriterleri ve sınırları farklı, yargıları daha acımasız… Ve hep korkan!
ARTIK KANSERİM
Tüm geleceğim bir anda yok oldu. Yok olan gelecek şu anı da yok ediyor ve her şeyi anlamsızlaştırıyor. Böylesine anlamsız bir varlık dünyasında hislerim de yok oluyor ve hissizleşiyorum.
Birden, kısa sürede, düşünsel dünyamda da çok şey olmaya başlıyor. Önceleri konu hakkında konuşmamak, kanser kelimesini duyduğum haber ve konulardan uzaklaşmak, mümkün olduğunca insanlardan uzak kalıp her türlü konuşma olasılığını ortadan kaldırmak, yani bir inkar dönemi başladı. Düşüncelerimizden silip atarsak neler yok olup gider acaba? Kanseri böyle yok edebilir miyim? Keşke dilden de silmeyi başarabilsek. Hiç kimse bu konu hakkında bir şey bilmemeli, konuşmamalı, soru sormamalı. Yakınların hiçbir detayı merak etmemeli. Zaten sorguladıkları ve öğrendikleri şeyler ya bilgi kirliliği içermektedir veya güncel değildir. Bunca ticari bir hayatta insan hayatının satın alınıp satılabilmesi böyle hastalıklar sayesinde olmuyor mu? İlaç sanayinin en büyük payı ölümcül hastalıklar üzerinde değil mi? Üstelik konunun pek çok yanı da tıbbi otoriteler tarafından tamamen ticari amaçlarla saptırılıp manipüle edilmiyor mu? Kısmen öfke dolu bu sorgulamacı dönem kendime “peki ne yapacağım? Sırada ne var?” sorularını sormaya başladığımda sessizce ağırlığını yitirmeye başladı.
İnkar dönemi uzadıkça beraberinde yalnızlaşmayı da getiriyor. Kanserden söz edilmesini istemiyorum ama söz etmek istediğim başka bir şey de yok. Diğer insanların günlük dertleri veya idealleri, duyguları, sohbet konuları, basit ilgileri beni ilgilendirmiyor. Başkalarına dair ilgileneceğim hiç bir şey kalmıyor. Yakınlarım, arkadaşlarım bu durumu anlamakta güçlük çekiyorlar. Onlardan beni anlamalarını da beklemiyorum. Zaten bunun için kanser olmalarını bekleyemem ki!
Yine de bir miktar şeffaflığa ihtiyacım olduğunu hissetmeye başlıyorum. Kalıcı korkularım da esas olarak bu dönemde kendilerini var ediyorlar. Hastalık ile ilgili bilgilerim artıp durumun korkunçluğunu algıladıkça nasıl bir lanete bulaştığımı anladım ve öfke ile bağırmaya başladım: niye ben? Ve kırılgan vücudum çok kırılgan bir ruh hali yaratıyor. 
Kolonoskopi ile yaşanan ilk şoku başkaları izledi. Karaciğerimde de metastaz vardı. Göründüğü kadarı ile her iki organdaki durum da operasyona müsait idi. “Karaciğer bir aksilik çıkarmazsa eğer” diyen operatörün uyarısı dışında bir sorun yoktu.  Şansa ihtiyacım olduğunu söylüyordu yangın merdiveninde sigara içerken yakaladığım ve bütün bu süreçte söylemi ile beni moral olarak destekleyen tek tıp görevlisi olacak olan ünlü operatör doktor. Beyaz şarabın ve beyaz kadınların güzelliklerinden, bu ikisinin bir araya geldiği ılıman iklimlerden söz edip şimdilik bunların dışında bir şey düşünmemeye çalışmamı ve gerisini kendilerine bırakmamı önerdi Şans hangisiydi acaba? kanserin ameliyat edilebilir ve tedavi edilebilir olması mı yoksa hiç kanser olmamak mı? Kimi durumlarda şans çok barizdir, yukarıdaki gibi bir ikilemle sorgulanamaz. Söz gelimi lotoyu tutturmak gibi, veya 1 saat sonra düşecek uçağı son anda kaçırmak gibi. Ama, hiç yer olmadığı halde son anda bir yolcunun iptali sonucu aynı uçağa binen adamın, o gün mutlaka katılması gereken hayati toplantıyı kaçırmamasının ne kadar büyük bir şans olduğunu düşündüğü andaki durum mudur?
“ne kadar da şanslıymışım” diyeceğimiz durumlar daha ziyade bir beladan kurtulduğumuzu sonradan fark edeceğimiz veya öğreneceğimiz durumlardır. Yani belanın yanımıza bile uğramadığı her sıradan gün aslında çok şanslı olduğumuz günlerdir. Genelde, kendini şanslı olarak nitelendirmek moral açısından veya savunma mekanizmalarını harekete geçirmesi açısından da olumlu bir durumdur. Tersi nitelemeler ise komedi filmlerinde kullanılmak için çok uygundur.  Aslında bu filmlerde bile “şanssız” diyeceğimiz insanlar sürekli ölüm tehlikesi atlatırlar ama “şansları” sonucu bir türlü ölmezler. Öte yandan başları hiç beladan kurtulmaz ve bize de gülme fırsatı çıkar.
Ancak, hiç kimse, oğulları cepheden sağ salim dönen anneler kadar şanslı olduğunu söyleyemez.
Yine de ben kendim için “çok şanslıyım” demeden edemeyeceğim. Bundan sonra şansımı iyi kullanmalıyım.
AMELİYAT-OPERASYON 1
Ard arda yapılan testler, çekilen filmler, çeşitli uzmanlık alanlardaki uzmanlarla görüşmeler ve muayeneler doktorlarla yakın ilişkiler geliştirmeme neden oldu. Görüştüğüm veya beni “gören” doktorları çeşitli gruplara ayırdım, derecelemeler yaptım ve “önemli” kategorisindeki hastalıklar için tıbbın gücünü yorumlamaya başladım. 
Özellikle hastalığın teşhis kısmı tıp açısından hem bir sınav hem de keşif dönemi gibi. Neyse ki, sonuçta yapılacak şeyler konusunda çok fazla seçenek yok ve gerisi sizin ve yangın merdiveninde sigara içen ünlü operatörün performansına kalıyor. Birbirinin tam zıddını söyleyen doktorlarla karşılaşmanız her zaman çok olası ve böyle bir durumda genellikle iki taraf da birbirini suçluyor ama durumunuz ciddi ve acil karar almayı gerektirecek kritik bir safhada ise ana yolu çizen, sonuca yönelik kararı veren asıl sorumluluğu üstlenecek olan operatörler oluyor.
Sağlığınızla ilgili ciddi, yaşamsal bir hastalık teşhisi ile karşılaştığınızda eğer vaktiniz ve paranız izin veriyorsa bu durumu mutlaka birden fazla doktorla ve birden fazla test ile doğrulatın. Hatta yaptırdığınız testleri tekrar yaptırın. Acil durumlar için bu öneri işe yaramayabilir ama inanın şüpheci olmakta sonsuz yarar var. 
Hastanelerdeki kimi aletlerin ne işe yaradıklarını yakınen ve bizzat test ettiğim, çeşitli tüneller içinde çeşitli süreler nefesimi tuttuğum, vücudumdaki kanın önemli bir kısmını incelenmek üzere hemşirelere teslim ettiğim, uzaktan çok ciddi olduğu izlenimi veren kimi konuşmaların ve bakışların hedefi halinde olduğumu hissedip ne tarafa bakacağımı şaşırıp anlamsız sırıtmalar ile beni işaret eden gözlere bakındığım ve rakı tüketimimi belirgin bir biçimde artırdığım uzun günlerden sonra gerekli ve “sürpriz yapmaması” umulan operasyonlar için nihayet hastaneye yatırıldım.
AMELİYAT - 2/ YOĞUN BAKIM
Galiba bir hastanedeki ilk tecrübem olduğu için beni 2 gün öncesinden yatılı olarak kabul ettiler Bu 2 gün boyunca kalan son damla kanımı da alıp her gelen hastane görevlisinin eline verilecek bir rapor haline getirdiler. Böylece pek çok doktorun ve diğer görevlilerin beni ziyaret etmek için çok geçerli bir sebepleri oldu. Genellikle bana ve hemşirelere çeşitli ödevler verip giden  bu görevlilerden bir tanesi, gür bıyıklı bir babayiğit beni odanın banyosuna davet etti. Bana gizli bir bilgi vermesini beklerken hızlı bir biçimde bir eli ile beni soyarken diğer eli ile vücudumdaki tüm kılları traş etti. Üstelik hiç uyarmadan!
Xanax etkisi ile ameliyat sabahı sakindim. Koridorlarda ve kapı geçişlerinde illa ki bir yerlere çarpılan ve çocuklar için eğlenceli olabilecek sedye üstünde zıplama oyunundan sonra hiç de sinirli olmadığımı düşünerek ameliyat odasına girdim. 
Ameliyat odasında çok dostça bir ortam vardı. Pek çok kimse – ilk anda 9-10 kişi saydım - gülümseyerek bana bakıyordu. Anestezi doktoru küçük bir sohbet ile ne yapacağını bana anlattıktan ve bazı standart soruları sorduktan sonra omuriliğime bir iğne yapıp uyuşturma işlemini başlatacağını söyledi. Bu arada, oldukça soğuk odada çırılçıplak ve incecik bir çarşafın altında yattığım için ve duruma uygun bir tepki olarak anlatılabilecek bir refleksle titremeye başladım. Saçlarının kızıl olduğunu düşündüğüm ama muhtemelen uykusunu iyi alamamış bir hemşire yüzüme anlayamadığım bir derinlikle bakarken ve bildiğimiz sıradan bir saç kurutma makinası ile çarşafın altından beni ısıtmaya çalışırken belime yakın bir yerden iğnenin girdiğini duydum. Bir an hiçlik duygusunu hissettim. Her şeyin bir nokta olduğu veya olacağı ve sonunda yok olacağı gibi bir şeydi. Bu durumu, duyguyu şimdi  bilincime getiremiyorum. Kimi filmlerde kalbin tekrar BIP BIP eden bir sesin tekdüze hale gelmesiyle (BIIIIIIP) anlatırlar ve sonra… ekranda dalgalar halinde seyreden bir ışık düz hale gelir. Ancak hiçlik duygusu böyle değil. Dışarıdan gözlenebilecek bir şey değil en azından. Hiçbir şey… Ama bunu söyleyebilecek bir algı ve bilinç yok. Hayat yok, dünya yok evren yok ve hiçbir zaman var olmadı. Hiçbir zaman hiçbir şey var olmadı. Yokluk da yok.
Ameliyatım 10 saat sürmüş. Ahmet bey!, Ahmet bey! diye seslenen genç bir ses ile uyanıyorum. Hemen durumumu algılıyorum. Tam karşımdaki duvarda asılı büyükçe saate takılıyor gözlerim. Saat 6’yı 10 geçiyor. Biraz sonra bazı ağrılar algılıyorum ama vücudumun alt tarafı uyuşmuş gibi, bazı parçalarım uyanmamış olmalı. Hemen yanı başımdaki, daha önce filmlerde gördüğüm üzerinde yeşil ışıklar ve çizgiler olan bir aletten gelen periyodik sesler beni rahatlatıyor ve adımı seslenen genç sese doğru dönüp gülümsüyorum. Hala tam olarak algılayamadığım bir de iyilik duygusu hissediyorum. Ameliyatı masada kalmadan atlatmış olmayı hissetmenin duygusu galiba bu. 
Burası, kimi insanları korkutan, kimi durumlarda olayın ciddiyetini temsil eden bir bakım ünitesi, yoğun bakım denilen yer. Kendimi algılama çalışmalarına başlayıp kolumu hareket ettirdiğimde elime bir şey takılıyor. Ağzımda kalınca bir boru var ve hiç düşünmeden çekip çıkarıyorum. Birisi, beyaz önlüklü birisi bu yaptığımı görüyor ve hemen yanıma gelip bana kızıyor. Daha sonra 2 beyaz önlüklü daha telaşla geliyor ve o borunun çok önemli bir görevi olduğunu anlatmaya çalışıyorlar. İyi o zaman tekrar takın diyorum. 2 beyaz önlüklü uğraşarak boruyu içeri ittiriyorlar ve sonra rahatlamış görünüyorlar. Kimden ne isteyebileceğimi düşünürken susadığımı hissediyorum. Yatağımın yanında oturan hemşireye (yatağımın yanında sürekli birinin oturduğunu ve bu kimsenin bir hemşire olduğunu anlamıştım artık) su istediğimi söylediğimde bunun mümkün olmadığını söylüyor ve belki de konuyu değiştirmek için üstümü açıp vücudumu silmeye başlıyor. Hemen manzaraya hakim olma çabası ile kafamı birazcık kaldırıyorum ve kahverengiye boyanmış vücudumda göğsümden başlayıp aşağıya doğru giden, aşağılarda bir yerde yandan gelenle kesişen demiryollarını görüyorum. Birazcık da mercedesin amblemini andıran bu kesik 150 adet metal zımba ile tutturulmuştu. 
Böyle bir durumda uyumaktan başka bir eğlence çeşidi olmadığından ben de bunun zevkini çıkarmaya çalıştım ama böylesine sürekli uyumak çok olumlu bir şey olmamalı ki arada bir beni uyandırıp “karşı duvardaki saat kaç?”, “başkentimiz neresi?” vb sorular sormaya başladılar. Sanırım bir iki kez soruları ciddiye bile aldım. Tüm ısrarlarım karşısında, susuzluğumu kaçak olarak ıslak bir  peçeteyi dudaklarıma sürerek gidermeye çalışan hemşirem ile hayata ve kendimize ait şeyleri konuşacak zamanı  bile bulduk Hemşire bana hep aynı şeyleri söylüyor gibi geliyordu, ama ses tonu farklıydı ve her ses tonu ayrı bir cümleydi. Ben ise Ona, onu hiç unutmayacağımı ve bu işler bittikten sonra sık sık onu arayacağımı söyleyip durdum. (Ne kadar da minnet doluydum!) O çok özel bir insandı ve ben beni tamamıyle anlayabildiğini hissettiğim ifadelerine ve cümlelerine hayrandım. Üstelik bu kadar uzun süre ile beni çıplak gören ilk insandı. Onu bir daha hiç görmedim!
AMELİYAT - 3/HASTANE
Yoğun bakımın ardından odamdaki ilk günler hiç ziyaretçi gelsin istemedim. Çünkü her gelene en azından gülümsemek zorundaydım ve zorunlu olan her şey bana sıkıntı veriyordu. Acıyan, buğulu bakışlara baygın gözlerle karşılık verip kafamı salladım durdum. Dil gereksizdi. İlk günlerdeki rüyalarım da etkileyiciydi. Çok ciddi ve acilen çözmem gereken bir sorunum vardı ama ne olduğunu bir türlü kavrayamıyordum. Birkaç kez yanımdakilere “benim sorunum ne?” diye sormuş olmalıyım. Üç gün sonra başımda tek bir sorun değil pek çok sorun olduğunu anladım, algılarım açıldı ve gece hemşiresinin uzun boylu ve siyah saçlı olduğunu fark ettim. Aynı gün, hem dışarıda yağmur yağıyordu, hem de ameliyat sonrası ilk mutluluğumu yaşadım: önüme bir bardak su kondu ve acele etmeden içebileceğim söylendi. Bunu söyleyen sesin ne kadar berrak, şefkatli ve sevilesi olduğunu düşündüm. Daha sonraki gün ise küçük bir peynir, komposto ve yoğurttan oluşan mükellef kahvaltım geldi ve ziyafet sonrası vücudumun çeşitli yerlerine sokulmuş arsız plastik borular sırası ile çıkarılmaya başladı. Benimle ilgili bu faaliyetler moralimi oldukça düzeltmiş ve kulaklarımdaki tıkanıklıkları gidermiş olmalı ki her gün ziyaretime gelen doktorların ne dediklerini de yavaş yavaş anlamaya başladım. Operasyon zor olmuş, birkaç komplikasyon yaşanmış ama sonuç başarılıymış, Operasyon bölgeleri tamamen temizlenmiş ki bu çok iyi bir durummuş.. “Zordu ama başardık” hem ameliyatı yapanları yücelten hem de benimle ilgili amaca ulaşıldığını gösteren övünç ve moral dolu gururlu bir ifade idi. 
Hastanede geçirdiğim diğer günlerde öncelikle yürüme egzersizleri, sonra birtakım oyuncaklara üflemeler,  sık sık ziyaretime, hatta sohbetime gelen hemşireler, bana kitap okuyan karım, bilgisayar ekranından seyrettiğimiz Özgü Namal’ın iki tane filmi hastane odasını sevimli ve sıcak bir yer haline getirdi. 
Okuduğumuz kitap bir polisiye idi. Hikayenin kahramanı Cihangir’de yaşıyordu ve bir yandan işinin gereği sorunlarla uğraşırken bir yandan da bölgenin marjinal insanları ile ilgileniyordu. Adı Suat olan bu dedektifin bir kadın olduğunu kitabın ortalarına doğru algıladık. Kitabı baştan tekrar okumak istedim ama sonra vaz geçtik.
Bu işin ustası olmuş bir hemşire yattığım yerden saçlarımı yıkadığında kendimi bir kez daha çok iyi hissettim. Sık sık yağan yağmur da odanın geniş camlarına vurup küçük derecikler oluşturduklarında seyretmesi çok güzel ışık oyunları ve izlemeye değer bir manzara oluşuyordu. Acılarımı unutup camdaki yansımaları seyrederken işte bu benim hayal gücümü zorlayacak ve kendimi daha iyi hissetmemi sağlayacak diye düşündüm. O gün ve hastalığımın daha sonraki dönemlerinde buna benzer birçok küçük yeniden doğum yaşadım. Hayal gücüm çok da fazla zorlanmadı ve çeşitli dönemlerimde yazdıklarımı, bir kısmını filme çekmeyi ve kurgulamayı başardığım kısa senaryolarımı düşündüm. Işık oyunlarının büyüsüne kapılmamak ne mümkün! … ve ağrılarımı, dertlerimi bastırıp, hastaneye getirdiğim bilgisayarı göğüs hizamda duran yemek masasının üstüne koyup başladım yazmaya.
Hepinize iyi seneler!
NEKAHAT
Evde salon, gündüz ziyaretime gelecekleri karşılamam açısından daha uygun olacağı ve diğer zamanlarda da hem televizyon seyretmem hem de aile üyeleriyle daha yakın olmam amacıyla benim için hazırlanmıştı. Hastaneden çıkışın ardından evin sıcaklığında geçen bir haftada bir yandan özlediğim yemekleri yerken bir yandan da bolca uyumaya vakit buldum. Gelen ziyaretçilere de daha iyi davranmaya başladım. Böyle durumlarda konuşacak çok şey olmuyor; nasılsınız, iyi misiniz? ler arasında gülümsemeler ve küçük hastane anılarının tekrarlanması, kişilerin başından geçen benzeri durumların anlatımı, anlatacak anısı olmayanların da yakın akrabalarının anılarına başvurması ile ana temalar oluşuyor.  Yalnız kaldığımda ve yemek yemeyip uyumadığımda en çok düşündüğüm şeylerden biri ölüme bu kadar yaklaşmanın bende nasıl bir duygulanım oluşturduğu idi. Gençlikte, hatta bu döneme gelene kadar hiçbir ciddi rahatsızlık geçirmemiş ve ciddi bir nedenle hastaneye bile gitmemiştim. (“hastane” benim için büyük demir kapıları olan; bu kapıların belirli saatlerde çok önemli yetkileri olan görevlilerce açıldığı, gizliliği olan ve bu gizliliğin sıkıca korunduğu bir devlet kurumu anlamını taşıyordu. Ancak yaşadığım hastalık sürecinde İstanbul'da pek çok hastaneyi tanıdım. Yıllar sonra bile kapılarından girdiğimde beni tanıyacaklarını umduğum doktor, hemşire ve hastabakıcılarla arkadaşlık kurdum. Bana yaptıkları eziyetler için hepsini affediyorum!) Ölüme göz kırpma konusu üzerinde kendimi zorladım; başkalarına anlatabileceğim, aktarabileceğim tecrübe ne idi? Konuyu kurcalayan da olmadı ama zaten soranlara verilecek cevabım yoktu. Ben ya sınıra yaklaşmamıştım ya da sınır yoktu ve her şey basitçe başlayıp bitiyordu. Sadece, eve döndükten sonra, yattığım yerden gördüğüm kimi şeyler, karşımdaki büfe, koltukların deseni, çoğu insanların yüzleri gözüme farklı görünmeye başladı, iyi ya da kötü değil, sadece farklı! Özellikle tam önümdeki büfeye fazlaca bakmış olmalıyım; öyle ki zaman zaman evin içindeki sesler bile anlam değiştirmeye başladı. Sonunda kızım önüme bir yığın film koyup zaman algımın normale dönmesini sağlayana kadar bir şeylerin yavaşlamış olduğundan eminim.
Bir hafta sonra, dikişlerin alınması için tekrar hastanedeydim. Yanındaki arkadaşı ile sürekli kendi doğumunu  konuşup benim bir kez olsun bile yüzüme bakmadan işini yapan, ben şefkat ve iyiliklerle donanmış bir meleğin varlığını beklerken yerine eline düştüğüm, duygusuz olduğunu düşündüğüm bir kadın doktorun elindeki korkunç alet vücuduma 150 kere bastırıldı. (dikişlerim “tel dikiş” olduğu için özel bir aletle ve anestezi yapılmadan alındı)  Bittiğinde “nasılsınız” nazik sorusu ile onurlandırıldım. Yanıtlamama vakit ve gerek kalmadan bu tür sorunların geçici olduğu hatırlatıldı ve teselli edilmeye çalışıldım. Sözünü ettiği sorunlarımı nasıl anlamıştı, hangilerinden söz ediyordu ve bu sorunların geçici olmayıp kalıcı olması nasıl bir şeydi acaba? Bu sıkıntılı dikiş alınma işleminden biraz sonra beni ameliyat eden operatörlerden biri yara izi boyunca her iki tarafa çok sayıda enjeksiyon yaptı ama bunu beni kandırarak yaptı. “siz şuraya yatın, bir yaranıza bakayım, ayrıca özel bir şey yapacağım hoşunuza gidecek” dedi. Adam komikti gerçekten. Aynı doktoru, yangın merdiveninde sigara içerken yakaladım.
Ameliyat olduğum bu hastaneye hastalığım nedeni ile bir daha gitmedim. Bundan sonraki süreç başka bir hastanede başlayacak ve başka bir doktorun gözetiminde yaşanacaktı: onkolojiye sevk edilmiştim ve artık dilimlenmiş yaşam başlıyordu.
KEMOTERAPİ
Kemoterapi çok eğiticidir. Evet, acı çekmeyi öğretir ve aynı zamanda sizi kırılgan yapar. Konuşurken sözcükleriniz azalır, geride yazılı hiçbir şey bırakmak istemediğiniz anlar olur ve asla şiir yazamazsınız. Kemoterapi tedavisi hayatın önemli paradokslarından biridir.  Sizi tedavi etmeye çalışırlar ama sağlığınız bozulur. Tarımın verimliliğini sağlayıp yaşamın devamını sağlayan böcek ilaçlarının kansere neden olması gibi. Sevimsiz bir oyun! Hastane çıkışından 1 ay sonra 6 aylık kemoterapi tedavim başladı. (tedavinin başlangıcı için ameliyatın etkilerinin büyük ölçüde geçmesi bekleniyor) İlk tedavime giderken yalnızca bir şeyden emindim: midem bulanacaktı. Kemoterapi odası pek çok hastanın bir arada, bir perdeyle ayrılmış bölgelerde rahat koltuklarda oturup ya da uzanıp tedavi gördükleri bir yer. Hastalar genellikle yaşlı insanlar ve tedaviye yanlarında genç insanlarla veya yakınlarıyla birlikte geliyorlar.  
Ağır hastalarda ve ağır dozlarda tedaviler özel odalarda yapılıyor, çünkü hastalar birkaç gün hastanede kalabiliyorlar. İlk kez buraya gelenler şaşkınlık ve tedirginlik içinde çevrelerine bakarken hemşireler ön bir eğitim yapıyorlar ve uzun uzun konuşarak anlatmak yerine size kısa ve uzun vadede başınıza gelebilecekler ile ilgili bir sürü bilginin yazılı olduğu kağıtlar veriyorlar. Hastaların çoğunun bu yazılanları okumadığını, okusa bile doğru algılamasının pek mümkün olmadığını düşünüyorum. Ancak ana başlıklara takılıyorlardır: “Mide bulantısı, kusma, ishal, halsizlik” vs. Ayrıntılardaki yakıcı ve asıl mide bulandırıcı bilgilere kimsenin dikkat ettiğini veya kendi üzerine alındığını sanmıyorum. Ben, ev ödevi bilincimin yüksekliğinden olsa gerek, bu kağıtların hepsini dikkatle okudum. Çoğunda olası yan etkilerden söz ediyor ama her bünyede bu yan etkilerin farklı olabileceği konusunda uyarılar bulunuyordu. Benim algım, ana başlıklar dışındakilerin benle ilgisinin olmadığı ve olmayacağı idi. (Bu durumdan hemşirelere de söz ettim ve buna bayıldılar) Tedavi, içinde ilaçlar bulunan şişelerin sırası ile tekerlekleri olan insan boyunda askılara asılarak kan damarından bana verilmesi şeklinde. Tedavi 15 günde bir yinelenecek, toplam 12 kür. 6 saat kadar süren her seans sırasında hastanede geçirilen süreyi kitap okumak için ve zaman zaman da yazmak bir fırsat gibi gördüm, 6 ay boyunca sadece kemoterapi sırasında okuduğum 3 kitap bitirdim. Hastanede okuduklarımız gibi polisiye romanları tercih ettim, heyecanlı ve sürükleyici!. Hastanede kemoterapi sırasında gösterdiğim bu performans ilgi çekmiş olacak ki, bir televizyon kanalı için, kanser tedavisi tanıtımı için yapılan çekimler sırasında odak noktası oldum. Kemoterapi sırasında hastalarımız öyle rahatlardır ki kitaplarını okuyarak vakit geçirirler! Hem de hayal güçlerini kullanıp yazı, öykü bile yazabilirler (Çekimler NTV'de yayınlandı)
Kemoterapi sırasında, ilaç verilen gün ve ertesi gün dışında normal hayatıma devam etmeye çalıştım. Yaşadıklarım filmlerde gördüğümüz klozete kusma sahnelerinden oldukça farklı ve daha karmaşık idi. Algılarım oldukça değişikti; özellikle sesler kulağıma çok farklı geliyordu, ve ışık her zaman çok parlaktı. Tedavinin sonuna doğru durum biraz değişti; yoruldum sanırım ve pek dışarı çıkamaz oldum. “Dışarısı” ile en uzun temasım apartmanın kapısı ile araba arasındaki mesafe olmaya başladı. Evde geçirdiğim uzunca sürelerde ne yaptığımı hiç hatırlamıyorum ama daha sonraları yaşayacağım, hastalığa ilişkin yoğun düşünme seansları henüz başlamamıştı. Çocuklukta olduğu gibiydi hastalığa yaklaşımım: hastalanırsın, sana bakarlar ve geçer; en iyisi ben şu yeni aldığım puzzle ile uğraşayım. 
Hemşirelerin şefkatli yaklaşımları ile desteklenen süreç planlandığı gibi tamamlandı. 
DİLİMLENMİŞ HAYAT
Yaşadıklarımı tarih sırası ile  anlatıyorum ama herhangi birinden de başlayabilirsiniz elbette. J
Kanser olanlar yakınlarına ve çevrelerindeki kişilere karşı bir tür mahcubiyet ve çekingenlik hissediyorlar. Kalp hastası göğsünü gere gere “ben kalp hastasıyım” derken kanser olan birinin kendini ifade etmek için yeni kelimeler aradığını düşünüyorum. Ne dersiniz, hastalığın adını mı değiştirsek? 
…Ve tedavim planlandığı gibi tamamlandı. Vücudumda tümör bulunmamasına rağmen yapılan kemoterapi tedavisi büyük olasılıkla hücre düzeyinde varlığını sürdüren kanserin başka bir bölgede tümör halinde oluşumuna izin vermeden yok edilmesini sağlamaktı. Başarlı ameliyatımın ardından başarılı bir tedavi geçirdiğimi ve tüm bu kabusların geride kaldığını hayal ederken, tedavinin bitiminin hemen ardından bir dizi testin yapılacağı bir kontrole girdim. Bu kontrollerin 3 er aylık aralarla en az 2 yıl, daha sonra da doktorun ön göreceği aralıkla 3 yıl daha devam edeceğini öğrendim. Pek tatsız bir şeye benziyordu.  
Sürekli ateşin ortasında yaşayabilir misiniz? Bir insan olarak, bu ateşin dışında olmak, ateşin dışında hissetmek istiyordum. Oysa ki, evde yatarken, gemide kek yerken, kaş yarımadasında rampa çıkarken, julian barnes okur, her seferinde bir daha okumayacağım derken, Yunanistan adalarında, banyoda ılık suyun altında, 30 kişilik otel asansöründe, Bolu dağlarının en renkli ve de en estetik yerinde, yoğun bir sisin içinde, balık çorbası denemelerime bir yenisini eklerken, günün 11. çayını içerken, bahçedeki olmamış mandalinaları koklarken, cafe nero’da pellegrino içerken, Caddebostan sahillerinde tanıdık yüzleri ararken, skyfall seyrederken, muhalif tweetleri okurken, orada burada, şurada hep ama hep, her durumda ben hastalık düşünür, hastalık yaşar oldum. Anksiyete, panik atak, depresyon, hepsi bir arada. Paketi çözmekte zorlandım..
Bir teselli ve umut olarak, başka çarem de olmadığından, yapılanların sonuçta benim iyiliğim için yapıldığını ve hüzünlenmeye hiç gerek olmadığını kabullendim Bir aksilik varsa henüz erken aşamada iken yakalanacak ve gerekli şeyler yapılacaktı. Tıbba olan inancıma bakar mısınız!
İlk kontrol tatsız bir şekilde başladı. Çekilen tomografi sonucu yazılan 5 sayfalık raporu okuduğumda çoğunu anlamadığım ama hiç de sevimli olmadığını düşündüğüm pek çok değerlendirme ile karşılaştım. Üstelik raporu yorumlayacak olan doktorum bir seyahatte idi ve 10 gün sonra dönecekti. Hiç anlamadığım ve yorum yapmaya hiç yetkim olmayan bir konuda okuduğum rapor hayatımı 10 gün için kararttı. Kanserin tedaviye rağmen hızla yayıldığıkonusunda ciddi endişeler duydum. Bu tür raporları kimsenin okumasını önermem. Hatta konuyu iyi bilen bir doktor yakınınıza bile okutmayın çünkü o doktor sizin geçmişinizi ve diğer testlerinizin sonucunu bilmemektedir.
Neyse, doktorum geldi ve endişelenecek hiçbir şeyimin olmadığını söyledi. 3 ay sonra tekrar kontrole gitmem için bana randevu vererek yolladı. Hastaneden rahatlayarak çıktım ama bu 3 aylık kontrollerin artık hayatımı dilimlere ayırdığını ve dilimin neresinde olduğuma bağlı olarak değişik dozlarda endişeli günler geçireceğimi anlamıştım.
Endişe! O güne kadar bir Yılmaz Güney filmiydi sadece Ama artık anlamı değişti ve hayatım endişelerin bütününden oluşmaya başladı. Endişe duymamam gereken bir durumda olduğumda, veya vücudumdan hiçbir olumsuz sinyal almadığım anlarda bile bu iyi durumun nedenlerini sorgular ve bizzat bu durumdan dolayı endişe duyar oldum. Endişelerin boyutları ve beraberinde getirdiği sıkıntılar 3 aylık periyodun sonuna doğru artıyor, testlere kısa bir süre kala ve testler sırasında doruğa çıkıyordu. Bu durumun, bu son derece olumsuz ruh halinin bana zarar verdiğinin farkındaydım ama ne yaparsam yapayım bundan kurtulamıyordum. Çoğu ruh hali yorumlamalarında olduğu gibi bu işte de “doz” önemli idi. Bir miktar endişenin, bir miktar alkol gibi yararlı bile olabileceği söylenebilir, hatta doz aşımının bile makul görülebileceği durumlar olduğu iddia edilebilir ama benimki başka bir şeydi: Kimi zaman delilik seviyesinde! Çocuklar eve geciktiğinde her baba gibi endişeler duyuyor ama telefonları açılmadığında deliye dönüyor, bayılacak gibi oluyordum. Kendimi bu durumda tedavi etmenin yollarını düşündüm ve yoğun olarak uğraşacağım bazı işler uydurmaya çalıştım. Yaptığım işle de bağlı olarak bir web sitesi yapmaya başladım. İşe yaradı! Hem site çok güzel oldu hem de ben biraz olsun normalleşmeye başladım. Ama endişeler bir kenarda pusuya yatmış bekliyordu, ben sadece geçici bir süre onları baskı altına almayı başarmıştım.
Kemoterapi sonrası sık kontroller sırasında yaşadığım bu endişeleri (psikiyatristler bu tür dönemleri daha farklı adlandırıyorlar ve onlar haklı) kısa sürede atlatmış görünüyordum ama daha sonra, bir başka dönemde, daha farklı biçimde ziyaretime geleceklerdi.
HAYAT BÖYLE DE GÜZEL!
İnsan küçük yaşlardan, hatta bebekliğinden başlayarak kendine yasaklanan pek çok şeyin olduğu bu dünyada, yasaklar dünyasında yaşar. Önceleri anne baba ve yakın çevre tarafından konulan bu yasaklar okul dönemi ile daha genişler ve büyüdüğünüzde hep çıkarıp çıkarıp silkelemek istediğiniz tozlu bir cekete dönüşür. Kanser olduğumu öğrendiğimde ilk aklıma gelen şey “tamam artık, buraya kadarmış” idi. Kemoterapi sırasında, eğer kemoterapiyi düzgün atlatırsam daha sonra neler yapacağımı düşlemeye başladım. Yasaklara karşı bir başkaldırı her zamankinden daha kolaydı. Bu oyunu sağlıklı iken de oynardım. Doktorun bana kanser olduğumu söylediğini ve sınırlı bir hayatım kaldığını hayal eder, o zaman yapacaklarımın hayalini kurardım. Kurduğum hayaller genellikle yasaklanan yaşamın eylemleri merkeze alınarak kurgulanmış olurdu. Korkaklığımı aşıp da gerçekleştirmeye çalıştıklarımı şimdi hiç hatırlamıyorum. Büyük idealleri bir kenara bırakıp çizgi dışı bir şeyler yapmak – ya da yapmayı istemek- kimi zaman devamını sağlamak için de gerekli olabilir. Daha çok seks yapma isteği, banka soyarak veya başka bir yolla çok para sahibi olma ve bu paraları harcama (çok para ile ne yapacağımı tam olarak hiç bilemedim), tadını hiç bilmediğim uyuşturucuları deneme, hiç sevmediğim bazı insanlardan intikam alma gibi “ağır suçlar” veya “gülümseten durumlar” kapsamına giren şeylerdi. Kimlerden nefret ettiğimin hesabını yapmaya başladığımda oldukça şaşırdım ve elimdeki listeyi tersine çevirsem daha iyi olur diye düşündüm. Acaba hayatta hiç nefret duymayan, öfkelenmeyen, her şeye iyimserlikle bakan insanlar var mıdır? 
Ama, bu oyun bir farkla gerçek olunca (henüz ölümcül durumda değildim ama durum “belirsiz” di) bu tür şeyleri çok da istemediğimi gördüm. Seks yapma isteğim, ilaçlar sayesinde normal zamandakinin çok altına inmişti, hatta hiç yoktu. (Bu sanıldığı kadar kötü bir durum da değil üstelik). İstediğim kitapları satın alabildikten sonra çok para sahibi olarak ne yapacaktım ki? Aklıma çocukluğumda seyrettiğim bir film geldi: kahramanımız belli bir süre içinde büyük bir parayı harcamak zorunda idi ve film boyunca bu işi birlikte yapıyordunuz ama para bitmedi ve iddiayı hep birlikte kaybettik.  Para anlamını yitirmişti. Ayrıca banka soyamıyacak kadar yorgundum. Uyuşturucu deneme meselesi ise oldukça ironik geldi çünkü haftada bir litrelerce zehir ve uyuşturucu alıyordum. (ne hayaller gördüğümü bir bilseniz!) İntikam alma ise zaman ve zeka işi idi. O sıralar her ikisinden de yoksundum.
Hayat bana bu fırsatı vermişken, hiçbir şey yapmamak olmazdı, gezmeye başladım. Öncelikle yaşadığım mahalleyi gezdim. Daha sonra sevimli Japon turistler gibi elime bir fotoğraf makinesı alıp kenti keşfe çıktım. Her yerin, her şeyin fotoğrafını çektim. Büyük bir yönetmen olsam buraların fotoğrafını yağmur yağarken çekerim deyip yağmurları bekledim. Köşe bucak küçük hayvanlar arayıp “makro” çekimler yaptım.  Japon yönetmenler mekanları dört mevsim göstermeyi severler deyip önemli yerler için “mevsimler” serileri yaptım, çeşitli semt pazarlarına gittim,” en ucuz eşofman nerede satılıyor”un bilgisini oluşturdum. Sonra bir web sitesi yapıp hepsini oraya koydum.  Site hala duruyor mu bilmiyorum.
Zamanla sıkıntılı günlerim daha da azalarak sadece kontrol günlerinin etrafında yoğunlaşmaya başladı.  Kontrollerimin sonucu hep olumluydu, kötü bir sinyal alınmıyordu, yani her şey yolundaydı. Bu vaziyette, kemoterapiden sonra 2 yıl geçti. Artık kontrollerimin 6 ayda bire çıkacağını bilmek beni sevindiriyordu. Yaşadığım küçük sıkıntıları da büyütmez oldum.  Yasak hayallerim yavaş yavaş geri gelmeye başlamıştı. 
Kontrollerim sırasında sıkça yapılan taramalarda karaciğerimdeki yağlanma genel anlamda doktorların şikayet konusu oldu. Ultrason yapan doktor yağlanma nedeni ile hiç bir şey göremediğini söylüyordu. Asıl olarak bu nedenle günlük jimnastik hareketlerine başladım ama bir süre sonra evde yaptığım bu hareketler yetersiz oldu ve kendimi sokaklara atıp tempolu yürüyüşlere giriştim. Fotoğraf makinem ile şehir turuna başlamadan önce sabahları yaptığım bu yürüyüşler gerçekten işe yaradı ve karaciğer yağlarımın hepsini erittim. Bu başarılı uygulamanın ardından, biraz da oksijen kürüne takılmalıyım deyip adalara seferlere başladım. Bu geliş gidişler sonucu, begonvillerin, mimozaların, ıhlamurların kokusuna, temiz havanın büyüsüne, sokakların sessizliğine kapılıp senaryolar, öyküler yazma faaliyetimi hızlandırdım. Yazılarımda sıklıkla, adada gördüğüm bazı imgeleri kullanmaya başladım; gizemli ağaçlar, içi tozlu dosyalarla dolu eski devlet daireleri, teşhis için anlaşılmaz kitaplar karıştıran doktorlar,  bitki müzesi,  rahibelerin yaşadığı manastırlar, arabacıların kahvehaneleri, şarap şenliği, ve buna benzer pek çok şey ilham kaynağım oldu. Bir şeyler yazmak çok zevkli bir uğraş ve başlamak için kanser olmayı beklemeye gerek yok! Benim “yapmak istediklerim”  listesi ” yazmak”  maddesi ile oldukça netleşmiş oldu.
Ada yaşamım sırasında ayrıca kansere karşı alternatif tıp yöntemlerini ve dünya üzerindeki çeşitli ülkelerde sunulan çözümleri araştırdım, ancak orada geçirdiğim ilk ayların sonunda beni bir sürpriz bekliyordu…
ALTERNATİF TIP
Çoğu insanın kanserle ilgili bilgisi alternatif tıp çerçevesini pek aşmıyor.  Alternatif tıp kendini satabilmek ve gerçek alternatif olabilmek için medyada sıkça boy gösterdiğinden ve hatta ilgili haberlerin magazin sayfalarını daha çok işgal etmesinden ve hayali magazin kahramanlarının hayatının model oluşturmasından dolayı (ünlü kişi kanseri yendi haberlerini sık sık görürsünüz) durum böyle. Bu haberlerde başı hep beslenme çeşitleri ve ürünleri çekiyor. Sıkça hangi ürünlerin kansere iyi geldiğini ve hatta çare olduğunu okuyoruz. Bunun dışında, yine sıkça bilmem ne kanserine çare bulunuyor; itibarlı bir ülkenin bilim insanları müjde veriyorlar. Çalışmalar “yıllarca yapılmış” oluyor. Facebook’da limonun kansere çok iyi geldiğini ve hatta kemoterapiden çok daha yararlı olduğunu bildiren bir yazı uzunca süre paylaşılmıştı. Çeşitli otlar, bitkisel ürünler, ülkelerdeki özel klinikler (bu konuda Amerika başı çekiyor) Tibet rahiplerinin veya ünlü tıp doktorunun şifacı çözümleri, kulaktan kulağa yayılan “bazı çözümler”, şifalı sular, suların ağırlaştırılmışları, özel vitaminler, ozon kürleri vs, vs.. hep aynı ticari yapının parçaları. Bunların hiç birine aldırmayın demiyorum ama kolayca kanmayın, düşünün, sorun, araştırın, sonra karar verin. Bir de piyasadaki şarlatanlardan kendinizi korumaya özen gösterin derim.
“Siz adaçayı içiyorsunuz, ölmezsiniz ki!” diyen yazarın tavsiyesine uygun olarak Büyükada iskelesinin arkasındaki kahvelerde, hem etrafı seyretmek, hem kalabalığın enerjisinden biraz olsun kapmak hem de bolca Rumca ve Arapça konuşmaların bizi yabancı bir yerdeymişiz ama oranın asli parçalarından biriymişiz gibi hissettirmesini sağlamak için verilen adaçayı molaları, uzun yürüyüşler, nefis doğa kokuları içinde kitap okumalar, ağacınızdan kopardığınız mandalinalar, renkleri bir kez daha sevmenizi sağlayan begonviller, işte bütün bunlardı alternatif tıp. Doğru bir hamle yapmıştım, keyifli günlerdi.
Ama tatsız haber pusuda bekliyormuş ve beklenmedik bir anda geldi. Akciğerimde görüntüsü güzel olmayan bir kitle vardı. Yine bildik testler başladı ve kesin sonuca varıldı: akciğerimde bir tümör vardı. Tümörün küçüklüğü ve operasyona müsait olması yine iyi haber olarak algılanmalıydı. Ancak tümörün tipi ameliyat sırasında tespit edilecek ve buna bağlı olarak hem ameliyat sırasında bazı kararlar alınacak hem de tedavi yöntemine karar verilecekti. Ameliyat sırasında lenflerde görülen sıçramalara bakılarak akciğerimin bir lobu tamamen alındı. Çıkarılan parçalar patolojiye gönderildi. Ameliyatım bu kez kısa sürdü. Hastane odam da bir öncekine göre daha büyük ve daha konforlu idi. Çok ziyaretçi gelmemesini özellikle eşimden rica etmiştim ve çok gelen olmadı. Tüm hasta odalarının ortak olarak açıldığı salon bence hastanenin en iyi tasarlanmış bölümü idi. Bir gece pek çok hasta ve yakınları hep birlikte “Alkatraz Kuşçusu” filmini izledik. Durumu uygun olanlar çay ve kahve bile içti.
Bu ikinci ameliyatın diğer bir iyi tarafı da ameliyat sonrası su içmeme izin veriliyor olmasıydı. Bunu ameliyat öncesi sorup teyidini almıştım. Bir başka iyilik ise dikişlerimin kendi kendine eriyen bir maddeden olmasıydı. Yani dikiş aldırmak gibi bir problemim de olmayacaktı. Yaşasın!  Oldukça moralli olarak girdiğim ameliyattan sonra moralli halim devam etti ve 3 gün sonra hastaneden çıktım. Ama sıkıcı haber 3 gün sonra geldi: 6 ay daha yeni bir kemoterapi sürecinden geçecektim. Neler yaşayacağımı düşündüm. İki sene öncesi ilk kemoterapide neler yaşadığımı hatırlamaya çalıştım. Buna “hatırlama” diyorum çünkü kısa bir süre geçmiş olmasına karşın yaşadıklarımın bir kısmını unutmuştum Burada yazdığım gibi genel tanımlarla sıkıntılarımın isimlerini hatırladım ama her birini tek tek düşündüğümde yaşadığım spesifik duyguları hatırlayamıyordum. Mide bulantısı ama nasıl bir şey? Kendimi iyi hissetmemek ama duygusu neydi? O zaman fazla sıkılmaya gerek yoktu; yaşanacak ve geçecekti. Tıpkı birincisi gibi!
Tedavim ilkini yaşadığım hastanede başladı. Hemşirelerin çoğu değişmişti ama hala tanıdıklar vardı. Ben bölümün kıdemlisi olarak ve itinalı olduğunu hissettiğim bir ilgi ile karşılandım. Prosedürler aynı idi; çeşitli uyarı bilgileri kağıtlara yazılı olarak yine elime verildi ama bu kez dikkatli okumadım. Her şey yazılanlar gibi olmuyordu çünkü. Bu kez tedavimdeki ilaçlar da değiştirilmişti ve ayrıca takviye bir ilaç kullanılacaktı.(bu takviye ilaca bazı gen testleri yapıldıktan sonra karar verildi) Bu nedenle seanslar 15 günde bir değil haftada bir yapılacaktı. Toplam 24 seans. Daha ilk seansta farklı bir ilacın etkisini hissettim. Verildikten kısa bir süre sonra ince bir mide bulantısı ve ürpertiler başladı ve bu durum hastaneden çıkıp eve gidene kadar devam etti. Şimdi bile duygusunu hatırladığım bu sıkıntı her seansta tekrarlandı. Küçük şekerler yiyerek bu durumun bir ölçüde önüne geçmeyi başardım. İkinci kemoterapi seansında belirleyici olan bir durum da hiçbir hastada görülmeyen biçimde iştahımın artmış olmasıydı. Aslında tam olarak iştahlılık denemeyecek bu durum, kendimi sürekli aç hissetmemin ve bir şeyler yemezsem midemin ağrımaya başlayacağı hissinin sonucu idi. Böylelikle günde 6-7 öğün yemek yemeye başladım. Diyetisyen doktorun da desteklediği bu durum sonucu kemoterapi sırasında 10 kilo aldım. Sık rastlanan bir durum değildi bu.  
Aktif bir yaşantım olmadı bu dönemde. Kendimi evden pek çıkmamaya planladım. Zaten arkadaşım olan kitaplarla ilişkim bu dönemde dostluk seviyesine yükseldi ve yazmak eylemime coşkuyla devam ettim. Diğer bir desteğim de koleksiyonumda bulunan filmler idi. 6 aylık kemoterapi böylece bir kez daha sona erdi. Ben buna asla katlanamam, bir daha bu günleri yaşayamam dense de yaşanıyor. Eğitim sürecinin sonu yok. Konumuzda gitgide ustalaşıyoruz!
NASIL YAPMALI?
‎"bilmiyorum kalmış mıdır adresini yüzlerinde taşıyan insanlar
hala bir umut var mıdır
çıkmaz bir sokağa benzeyen bu avare avunması vitrinlerde
ne çıkmaz sokaktayım ne de mutsuz
sadece rüzgarlardan daha güçlü olmak istiyorum o kadar 
açık denizlerde nice yolculuklara yelken açarken
kış güneşinin mutlu ettiği bir kedi gibi mutlu, emin, tasasız
sere serpe ve keyifli olmak tek isteğim ve dileğim
senin ve benim, yani bizim için..
(Murathan Mungan)
Ben; bir hastalık ve çöküntü modeli olarak ben ama sarılmasını seven ve hala bu konuda ısrarlı olan ben 4 aylık hayat dilimlerimi yaşamaya devam ediyorum. Enerjik değilim, bu da hayatıma genel anlamda mutluluk çıtasının yükselmesi olarak yansıyor ama hiç ummadığım anlarda yaşadığım küçücük duygularda mutluluğu hissedebiliyorum. Doğaya, hayvanlara daha yakınım. Kendime ise çok ama çok yakınım. Hücrelerimi bile hissedebiliyorum.  
Kanserle yaşamak, teşhis, korkular, tedavi süreçleri, yaşamında, çevrende olan değişiklikler, ilişkilerin yeniden tanımı, tüm bu süreçler insanı acıyla daha samimi hale getiriyor, hatta kimi zaman elele tutuşturuyor.  Ama her şey o kadar da kötü değil!
İnsan acı çektiğinde veya çok acı çektiğinde mutluluk düşünsel olarak da eylemsel olarak da daha önemli ve kıymetli hale geliyor. Ama belki de daha kolay. Acı çekmek, karanlıkta kalmak ışığı daha kolay algılamayı sağlıyor. Burnunun dibinde duranları da görmeye başlıyorsun sanki ışık bir delikten geçip oraya, göremediğin noktaya odaklanıp sana yardım ediyormuş gibi.  Bir şeyler anımsamaya başlıyorsun, hoş şeyler, sonra bunlar birleşip başka bir duygu oluşuyor. Işık geziniyor odanın içinde ve hatırladıkların çoğalıyor, duyguların coşuyor, başka bir bütün oluşturuyor. Artık ne hatırladığını ve duygunu tam olarak anlayamıyorsun, bilmiyorsun, bilsen de algılayamıyorsun. İşte bu diyorsun, tam olarak bu; hayal dünyan anılarla buluşur, dalga dalgadır, hissi çok kısa sürer. Ne kadar kısa sürdüğünü algılaman da hissin devamına neden olur. İnsanın yüzüne ılık havada hafif hafif vuran bir yel gibidir.
İnsan kanseri kuşkusuz tek başına değil, çevresi ile birlikte yaşıyor. Psikolojik gerilimler, hastanın çeşitli dönemlerde yakın bakıma gereksinim duyması, kimi vakalarda acı dozunun yüksekliği vb sonucu, ilişkiler değişiyor, zedeleniyor, hatta parçalanıyor ama bunların önem sırası daha altta. Kanser nedeni ile ızdırap çekmek ya da ızdırap çektiğini zannetmek  insanı daha asil, daha bilge filan yapmıyor, ızdırap çekmek çoğu zaman bireyi azaltıyor, acı, değerden düşürüyor.
Öncelikle hastalığın yarattığı içsel sorunların, hastalığı yaşayanlar açısından ilk elde değerlendirilmesi konuyu daha çekici kılacaktır. Bu yaklaşım, yani benim yaklaşımım bir kanserlinin yaklaşımı. Filmlerin bile benim için yapıldığını düşünmeye başladım sanırım. Hasta olmayan kişiler açısından neyin önemli olacağını bilemiyorum. Kanserle savaşma gibi bir konu öne çıkıyorsa, filmlerde az da olsa kontrollere yönelik bir özendirme olmalı ama böyle bir filme hiç rastlamadım. 
Çevresel sorunlara vurgu yapan bir belgeselde insanlık olarak çok hızlandığımızı, her konuda çok hızlı yol aldığımızı söylüyordu, mesafe ölçüsü artık dakikalar mı oldu? Diye sordu. Ne kadar uzaklıkta? sorusuna daima zaman birimini kullanarak cevap verdiğimi fark ettim. Evet çok hızlandık ve gittikçe de hızlanıyoruz. Yavaşlığa hiç kimsenin tahammülü yok, hatta hoşgörü bile gösterilmiyor. Hücrelerimiz bu hıza dayanmıyor başkalaşıyorlar. Yavaşlamamız lazım!
Vücudunuzu kontrolden geçirmek ve olası hastalıkların erken teşhisini sağlamak için genetik kodlar aramaya çok gerek yok, bu herkesin yapması gerekli bir şey. Özellikle vücudun yorgunluk dönemlerinin başladığı 40 lı yaşlardan itibaren bu kontrollerin önemi daha da artıyor. Kimi kontrollerde alınacak tedbirlerle bazı kanser türlerinin oluşumu engellenebiliyor. Mesela kolonoskopi ile tespit edilecek poliplerin alınması ile kolon kanseri riski yok edilebiliyor. Klişe laflar gibi görünse de bu tür söylemlerin çok fazla tekrarlanmasında yarar var çünkü çoğu insan bunları dinlemiyor ya da önemini algılamıyor.
Zaman geçiyor ve şunu öğreniyorum: Hiç bir şey dayanılamayacak kadar kötü değildir…
Ölümü içimde taşıyorum; genetik bir kodda veya kusurlu bir organda ve vücudumda süregiden bir savaş var.  Elbet birgün barış sağlanır.
Hoşçakalın. 
KANSER VE SİNEMA
"İkiru - Akira  Kurosawa"
Çok ilgi gösterdiğim ve sevdiğim sinema bu dönemde, hastalığımda çok daha önemli bir yer kazandı. Hem sinemaya - doğal olarak - daha fazla zaman ayırdım hem de hayal gücümü zorlayacak filmleri bilgisayarımdan izlemeye başladım. Bulabildiğim tüm bilim kurgu filmlerini ve fantastik filmleri seyrettim diyebilirim.  O kadar çok film seyrettim ki çoğunun ismini bile hatırlamaz hale geldim. Hastalığın ilk dönemi, inkar dönemi geçtikten sonra kanserle ilgili filmler de özel ilgi alanıma girmeye başladı. Doktorlar tarafından yaşayacakları süre bildirilen (genellikle kısa bir süre) ağır durumdaki hastalarla ilgili filmler bu kategorideki filmlerin ana gurubunu oluşturuyor ve anlaşılan en çok ilgiyi bunlar çekiyor.  Söz konusukısa süre ömrü kalmış hastalar için hemen hemen her zaman hastalık olarak kanser seçiliyor.  (bir ara AIDS de revaçtaydı ama artık popülerliğini yitirdi) Yani böyle bir senaryoya en uygun hastalık kanser sanırım.  Filmlerde süreç, film başında hastaya durumun bildirilmesi ve ondan sonra yaşananlar olarak kurgulanıyor ve çoğunlukla hastanın ilişkileri ön plana çıkarılıyor. Ağırlıklı olarak hastalığın değerlendirildiği filmlerden biri “Wit (2001) Y:Mike Nichols” oldukça etkileyici. Bir de Akira Kurosawa’nın “ikiru (1952)” filmi sözünü etmeye değer bir film. “bir tek gün olsun senin gibi yaşamak isterim” repliği filmdeki kanserli bir adamın bir genç kızın günlük yaşamına öykünmesi ve bunun sonucu oluşan yaşama arzusunun dışa vurumunu anlatıyor. Kanserli olalım veya olmayalım  yaşamayı böyle sevebilmek lazım . Kanserli hastaların yaşam süreçleri ile ilgili bir de güzel dizi buldum: “The Big C”. Bence çok başarılı bir senaryo ve oyuncu ekibi kurgunun değerini çok iyi vermiş. Final bölümü hariç özellikle kanserli hastaların seyretmesini hararetle öneririm. Konumuzla ilgili elbette pek çok film var. Bunlardan birkaç tanesi:

50/50 (2011)   Y: Jonathan Levine
You’re not You (2014)   Y: George C. Wolfe
Biutiful (2010)    Y: Alejandro González Iñárritu
Two Weeks (2006)   Y: Steve Stockman
The Fault in Our Stars (2014)   Y:Josh Boone
Now is Good (2012)   Y: Ol Parker
My Sister’s Keeper (2009)    Y: Nick Cassavetes
Two Against Time (2002)   Y: David Anspaugh
Autumn in New York (2000)   Y: Joan Chen
Beginners (2010)   Y:Mike Mills
My Life Without me (2003)   Y: Isabel Coixet
Ve tabi…     Love Story  (1970)   Y: Arthur Hiller

Sinemaya olan merakım aslında oldukça eskilere dayanır. Doğumumdan itibaren 12 yaşıma kadar yaşadığım “kırsal bölge” den kente taşınmam ruhumda yaralar açacak gibiydi. Kenti hüzünlü bir şekilde kabulüm “sinema” ile başladı. Ankarada sinema vardı ve ben annemle yaptığım pazarlık sonucu haftada bir kez sinemaya gidebilirdim, ama bir şartla: anneannemle birlikte gidecektim. Okuma yazma dahi bilmeyen, aramızda 60 yaş fark olan bu özel insanla 2-3 yıl birlikte sinemaya gittik. Oturduğumuz yere yakın sinemalara hangi film gelirse gelsin mutlaka gidiyorduk. Sinemanın 70 li yılları, bosstay meyve suları (özellikle çilek suyu çok lezizdi), patlamış mısır ve anneannem. Gittiğimiz filmlerle ilgili konuşurduk, kimi zaman kimseye söylemeye cesaret edemeyeceğimiz sahnelerle ilgili bile konuştuklarımız olurdu. Anneannemle ben başka bir dünyada yaşıyorduk. Onu namaz kılarken yakaladığımda gidip seccadesinin önüne yatardım. Ettiği duayı daha yüksek sesle okuyarak beni uyarır ama bana gülmeyi de ihmal etmezdi. Kocasını ve kardeşlerini savaşta yitirmiş ve annemle tek başına kalmıştı ama güzel sesi ile kuran okuyarak geçinmiş ve annemi öğretmen okuluna göndermeyi başarmıştı. Kızını, bölgede az bulunur yüksek okul okumuş insanlardan babamla evlendirmiş ve başka seçeneği olmadığı için ömür boyu onlarla yaşamıştı Muhteşem bir kadındı! En çok sevdiği şeylerden elmayı annem alır ama ona yasak olan akide şekeri ile leblebiyi ben taşırdım. Özellikle akide şekeri çok gizli operasyonlarla şalvar eteğinin altına saklanırdı. Artık beni tanıyamadığı dönemde bile akide şekeri aramızdaki bağın bir parçasıydı ve beni gördüğünde eteğinin altını gösterip bunu ima edebiliyordu.
Anneannemle paylaştığım filmlerden de hemen hiç birini hatırlamıyorum ama zihnimde hep kovboy filmi sahneleri var. Bir de “sevgili öğretmenim” filminin birkaç karesi. 
Bir gün bir film yapma olanağı ve cesareti bulsam kanser ile ilgili bir film yapmazdım. Hastalıklar sinemanın ve genel anlamda sanatın konusu olmamalı. İşin estetik yanı eksik kalıyor.

http://akatkara.blogspot.com.tr/

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mikro Öyküler

Büyüklere Masallar

Kuş Sesleri ve Kebap